top of page
Yazarın fotoğrafıOnur YILDIZ

Ölenle ölünmüyor arkadaş! - "Army of the Dead"

İnsanın dükkanının evinin altında olması daima bir şanstır. Hele bir de küçük şehirdeyseniz! Ev-iş arası seyahate ayıracağınız vakti daha faydalı geçirebilirsiniz.

Ben lisedeyken dükkanımız böyleydi. Tabii bir iki kere okul kırdığımda eve gelemeyip saatlerce dolaşmıştım deniz kıyısında. Ne de olsa dükkanın girişi olarak kullanılan üç mermer merdivenin en üstünde, müşteri gelirse diye hızlı hızlı ciğere çekilmiş sigarasının külünü yere silken babam olabilirdi. Yanlış anlaşılmasın sakın. Okulu kırdığıma sevinirdi. Okuldan artan zamanlarda bir numaralı garsonuydum lokantada. Benim dükkanda olmamdan mutlu olur, işini seven bu adam daha bir şevkle sarılırdı hayat koşturmacasına.

Bir gün, sanırım haftasonu olsa gerek, dükkanda ikimizdik. Saat neredeyse öğlen olmuştu. Müthiş bir yeteneğe sahip bir fırın ustamız vardı. Kilisli Mehmet Ağa. Yıllardır şehirde yaşasa da asla Kilis aksanını kaybetmemiş, kendine has espri anlayışı ve tabii dertleri olan bir insandı. Kusurlarından bizi en çok alakadar edeni işe geç kalmasaydı. Bilen bilir ben de hiç geç kalmayı sevmem işe. Ailemiz soylu olsa armamızın mottosu “Önce mama” olurdu sanırım.

Mehmet ağabeyin geç kalması demek öğlen servisine ışık hızıyla girmesi beklenen lokantanın da hizmetinin topallaması demekti. Sulu yemek, döner gibi satışların yanında en çok ciromuzu fırından sağlıyorduk. Telefonlar birbiri ardına çalmaya başladı. Üst kısmında, telle bitiştiği yerde kurumuş yağ olan bir deftere adresleri ve siparişleri yazıyorduk. Mehmet’i arıyorduk açmıyordu. Babamla beraber ne yapacağımızı kara kara düşünüyor, belki de hayatımızda ilk defa sipariş gelmemesini istiyorduk. İşte orada aklıma bir fikir geldi.

Kırmızı ahizeli telefonun üzerinde hızlı arama butonlarının yanında kayıtlı isimlerin mürekkebi silinmişti. Telefon kulakları sağır eden bir çınlamayla, sanki dükkanın duvarlarını, yere kadar uzanan geniş camlarını zangırdatarak çalmaya başladı. Ahizeyi kaldırdım. Telefonda genç bir adam hızla lahmacun siparişi verdiğini saatin oldukça geçtiğini, siparişinin nerede olduğunu soruyordu. Sesi gürlüyor, ahizeden dükkana taşıyor, atmosferi boğuyordu. Nefesimi tuttum, ne olacaksa olsun diye düşündüm ve şu cümleyi kurdum:

“Ağabey kusura bakma. Yetiştirmemiz gereken cenaze pidemiz var. Sıraya aldık ama merak etme. İlk seninki çıkacak fırından!”

Ahizenin öteki tarafındaki adam bunu duyar duymaz, dinen bir tufan gibi çekildi içine. Bulutlar dağıldı, güneş açtı, kuşlar cıvıldadı. Lokanta sektörünün tozunu yutmayanlar belki de anlayamaz bu durumu ama size bunu babamın sözüyle açıklayayım:

“Bir müşteri, bin müşteri kaybettirir!”

Öfkeleri, sevinçleri, hüsranı, hüznü durdurabilecek bir şey ölüm. Dünyayı tersine çevirebileceğiniz bir durum. Her şeyle bağınızı koparıp, kaybettiğiniz kişiyi ne pahasına olursa olsun yaşama döndürmek isteyeceğiniz bir acı.

Zack Synder’in yeni filmi 21 Mayıs günü Netflix semalarında yerini aldı. Filmin özgün ismi “Army of the Dead”, meali “Ölüler Ordusu”. Filmi izlerken yukarıda size anlattığım kısa anım aklıma gelmiş ve şu soruyu sormuştum kendime:

“Ölülerden neden kurtulamıyoruz?”

Sıradan bir lahmacun siparişini bile destansı hüzne boğabilecek bu fenomenin sırrı nedir?

İnsanlar olarak, sanırım bilincimizi kazandığımızdan bu yana ölülere saygı gösteriyor. Onları yaşatmak için her şeyi yapıyoruz. Örneğin öğrencilerim en sevdiğim yazarı sorduklarında “Hayatta olan yok” diye cevaplıyorum onları. Ölmüş gitmiş, kemikleri bile kalmamış insanları anıyoruz. Varlığımızdan herhangi bir uzak akrabasının bile haberi olmayan insanlar için kavgaya tutuşuyor, sevdiklerimizin kalbini kırıyoruz. Bunu yaparken acaba dünyaya kendi çakacağımız çiviyi mi bulmaya çalışıyoruz?

Romero’dan bu yana zombi filmleri bir yükselişte. Eskiden zar zor hareket eden bu karakterler Synder’in tekrar yükselişini sağlayamayacak, A bütçeli B sınıfı filminde ultra hislere sahip oluyorlar. Peki, onlar da bizim gibi hissetmeye başlayacaklarsa, bizler gibi hayatta kalma bilincine sahip olacaklarsa bir filmin ismine “ölü” eklemek neden?

Sinemada, edebiyatta sevdiğimiz ancak ölen karakterlerin geri gelmesini dört gözle bekliyoruz. Kaçımız Jon Snow geri gelecek mi acaba diye ekran başında sabahlamadı? Hiçbir şeyi toprak altında yitip gitmeye bırakmamak bir bakıma tabii ki güzel. Gelenek ve görenek deyince illa gerdek sonrası köy meydanına bakan kısma asılan kanlı, beyaz çarşaf akla gelmemeli. İnsan sınırlar içinde, farklı diller konuşarak birbirinden uzak yaşayabilir. Fakat kolektif bir bilince sahiptir. Notre-Dame ne kadar Türk ise Ayasofya da o kadar Fransızdır.

Peki, tekrar soruyorum “Neden ölülerden yakamızı kurtaramıyoruz?”

Kurgusal sanatta işlendiğinde olağanüstü durumlar olarak ele alındığından bir macera hissi yaratıyor. Buna tavız, kabul edelim. Rise of Skywalker saçmalığına rağmen İmparator Palpatine’in geri döndüğünü görmek hepimizin tüylerini diken diken etmedi mi?

Ruh çağırmalar, astral seyahatler vs. yıllar yılı insanların büyük kısmının zihnini işgal etmedi mi? Fotoğraflar, anılar, hatıralar, göçenleri hatırlatacak şeyleri atmıyor, etrafımızda birer tılsım olarak saklıyoruz. Kabul edelim, ölülerden bir türlü kurtulamıyoruz. Kurtulmayı da istemiyoruz. Bunun sonucunda da popüler kültürün en ilgi çekici örneklerinden birisi olan zombi filmlerine daima zemin hazırlıyoruz. Daha da hazırlayacağız. Film ya da dizi içerisinde ölen bir karakterin sonradan ortaya bir yarı-canlı olarak çıkması bizleri mutlu ediyor ve üzüyor. Mutluluğu hüzünle harmanlamayı çok seviyor insan. Savaşta ölen çocuklara üzülüp, çocukları öldürenlere madalya takmak da bu yüzden. Bu zemin ne zaman düzlenir bilmem. Ama artık biraz da asfalt dökmenin zamanı gelmedi mi? Etrafımızda hülyalar içerisinde gezinen tülümsü ruhların, yaşayanlara ıstırap vermesinin sonu gelmedi mi?

Sadede gelecek olursam, olağanüstü yaratıkların iflah olmaz bir destekçisi olarak sanırım artık zombiler ölü kalmalı. Tekrar tekrar hortlatılan hikâyeler ölü kalmalı. Gelişen teknoloji ile yeni baştan çevrimler ölü kalmalı. Bir cenaze töreninde bırakmalı insan yasını. Ölümün ardından yaşayanlar sadece anıları hatırlarken gülümsemeli, merhumun eşyalarını bir yere kaldırmalı. Yüceltme fikirleri aktararak olmalı. İşte o zaman ölen kişi yaşamaya devam eder. Hortlatılıp yüreği kıskaca alan bir mengeneden farklı bir işlev görür. Yaşam devam ediyor sevgili okur. Fransızların dediği gibi La vie est plus forte que la mort.

Ölenle de ölünmemeli be arkadaş!

16 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page