Carabinieri, ismini kullandıkları tüfeklerden alan İtalyan polis kollarından birisidir. Ortak anlam olarak “jandarma” sözcüğünü kullanabiliriz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı esnasında halka kök söktüren bir birlik olmasıyla da ünlüdür.
Fransız sinemasının yaşayan efsanesi Jean-Luc Godard, 1963 yapımı filmi “Les Carabiniers” filminde tüm zamanların en anti-militarist söylem içeren filmlerinden birisine imza atar.
Büyük ihtimal Godard’ın sesi olan “Uygun adım, marş! Çekim bir!” sesiyle açılır film. Nihayete erene kadar da durmak bilmez bir taşlama gerçekleştirir. Açılış jeneriğinin el yazısı ile kargacık burgacık yazılması yine filmin allak bullak ettiği konuya bir göndermedir. Godard, filmini yönetmen Jean Vigo’ya ithaf etmiştir. Bu jenerikte küçük bile olsa bu ithaf yazısı görülebilir.
Godard’ın sesinin üzerine Borges’in metaforlar hakkındaki bir yazısı biner. Bu yazı bize filmin nasıl ilerleyeceği hakkında da bilgi verir. Godard, tüm savaş saçmalığını metaforik olarak bize anlatmak istemektedir.
Öncelikle zamansız bir film olduğunu söylemek gerekir. Peki, zamansız derken kastedilen nedir? Feodal toplumlar, imparatorluklar, krallıklar, faşist yönetimler, cumhuriyetler, demokrasiler iç içe geçmiştir bu filmde. Modern kıyafetler, antik isimler ve bitmek bilmez savaş.
Michel-Ange ve Ulysses adındaki iki karakterin beklemedikleri bir savaş çağrısıyla kendilerini bir çıkmazda bulmalarını seyrederiz. Beniamino Joppolo’nun “I Carabinieri” adlı oyunundan Godard tarafından uyarlanan filmin bu iki başkarakterini biraz açalım.
Michel-Ange, ismini aldığı ünlü sanatkâr Michelangelo gibi (Fransızca’da Michel-Ange olarak yazılır) sanata saygılıdır. Ama üstadın zekâsından yoksundur. Tam bir köy çocuğudur. Koyun kovalar, en ufak şeylere sevinir, çabuk hararetlenir.
Ulysses, ya da aslında Odysseus, Michel-Ange’ın aksine daha durgundur. Tehlikenin farkında gibi davranır, cesur gözükür, eli silahta titremez ama ne yaptığını da tam olarak bilmez.
İki askerin “kral” imzalı bir mektup getirmesiyle savaşa katılmaları gerektiği bildirilir. Kralın imzası yerine geçen bir çember içerisindeki büyük “P” harfi, Papalık logosunu andırır. Buradan da Godard’ın gözünden sadece yağma amaçlı yapılan ama adına “kutsal” eklenen Haçlı Seferlerinin de kaçamadığını anlarız.
Ulysses’in durmadan “Evet” diyerek anlamını bilmediği şeyleri onaylamasından önce mektubu getiren iki asker “köy” evinin ahalisi tarafından düşman olarak kabul edilir. Hatta Ulysses sigarasını birkaç kez yerden alarak dövüşmeye devam eder. Bu durum bu “masum” serfin tek varlığının sigarası olduğuna bir işarettir.
Askere alınacak karakterler kralın onlara mektup yazmasından yola çıkarak kendilerini “dost” olarak gördüğü fikrinde birleşirler. Onlar için kral tarafından dost olarak görülmek bu savaşa katılmak için tam olarak yeterli bir sebep değildir.
Bu durumu Kleopatra ve Venüs ile tartışırlar. Kleopatra tam da ismine yaraşır bir karakter olarak tasvir edilmiştir. Hiçliğin ortasında küvette banyo yapma, ayna karşısında dergilere bakarak modelin saçına benzer şekilde başında tarak gezdirme, pahalı hediyeler arzusu, durmadan flörtleşmesi ve vurdumduymazlığı adını aldığı tarihi karakteri birebir yansıtır.
Evin kızı olan Venüs ise Kleopatra yanında daha sönük kalır. Onun tek istediği Boticelli’nin tablosunu yeniden canlandırmak istercesine bir adet “bikini”den başka bir şey değildir.
Kadınlara danışmanın da fayda sağlamadığı Ulysses ve Michel-Ange’ı ikna edecek olan şey askerlerin sözleridir. İstedikleri her şeyi alabileceklerini hatta dilerlerse bir restoranda bile yemek yiyebileceklerini öğrenen ikili hemen teklifi kabul ederler. Kaybedecek neleri vardır ki canlarından başka?
Araya bombardıman uçakları, cesetler girer. Ekranda beliren yazılar yapılan korkunç şeyleri anlatırken bir yandan da “Onca adamı öldürdük ama yine de güzel bir yazdı…” gibi anlamsız durumlarla devam eder. Eğitim dönemini gördükten sonra- ki bu dönem sadece ateş etmekten ibarettir- sahaya atılmaya hazır hale gelir kahramanlarımız. Önemli olan kralın düşmanlarını bulmaktır. Kraldan hiçbir haber alınamayan filmde, ilahi bir varlık olarak kabul edilen bu kişinin sözü emirdir. “Emri duy ve yap!” ekseninde döner eylemler.
Avrupa’nın hemen hemen her yerini gezer ikili. Davullar duyulur, insanlar sırtlarından bıçaklanır, kurşuna dizilir. İkili arzuladıkları servet arayışına devam etmek için istediklerini yaparlar. Kadınların eteklerini kaldırırlar, parası olmayan masumları öldürürler.
Masumların bulunduğu bir eve giren Michel-Ange duvarda duran Rembrandt otoportresi karşısında selam durur ve “Bir asker, bir sanatçıyı selamlar” der. Michel-Ange yaptığı işin yüce bir eylem olduğunu düşünür ve kendisini bu sanatçıyla eşdeğer görür. Rembrandt ışığın kullanımı ile yücelmiştir, askerler ise bu ışığı karartmakla alçalmışlardır aslında.
En ufak soru soranın göz kırpmadan vurulduğu, askeri düzenin çarpıklığına ilişkin olarak yanlış verilen selamlar arasında Santa-Cruz’u ele geçirdiklerinde Michel-Ange bir sinemaya girer. İlk defa bir film izleyecektir. Sanatın iyileştirici gücünden yoksun olarak büyümüş bu karakter önce Lumière Kardeşlerin ilk sinematograf gösterimine benzeyen “bir trenin gelişini” izleyince tıpkı o gün salonda olanlar gibi korkudan sıçrar. Ardından sesli dönemin ucuz komedilerinden birisi ekrana gelir. Ne olduğunu biz anlayamadan birbirlerine pasta fırlatır ekrandaki karakterler. Sonra da soyunan ve küvette banyo yapan bir kadın görürüz. Godard üç sahne ile sinema tarihini bize özetler.
Bu sahnenin en can alıcı kısmı Michel-Ange’ın soyunan kadın ekrandan çıkınca yer değiştirerek onu göreceğini, sahne önüne giderek ona dokunabileceğini sanmasıdır. Erkekliğinin parmaklıkları ardına sıkışıp kalmış bu çömez er, sonunda küvete atlamaya çalışırken perdeyi yırtar ve düşer. Bu perdenin okşanması sinemaya gösterilen şefkate de bir göndermedir.
Filmin zamansız olması konusuna bir de “fabl” olmasını ekleyebiliriz. Zola’nın tabiriyle “hayvanlaşan insan” en çok orduda ortaya çıkar. Eline silah verilen kişi kendisini dünyanın hâkimi sayar. Sadece boş laflar eden bir hayvandan farkı kalmamıştır artık.
Pascale Audret canlandırdığı ve “burjuva kapitalistlere” meydan okuyan karakter, kurşuna dizilir. Sesler duyarız ama tüfeklerin patladığını görmeyiz. Hayatın bir fabl olduğunu anlatan bir Mayakovsky şiiri okur bize. V for Vendetta’dan çok daha önce patlayan tüfeklerden sonra akmayan kanı ve hâlâ hareket eden vücudu ile “fikirlerin ölmeyeceğini” anlatır bize. Ne de olsa:
“Zafer diye bir şey yoktur, sadece bayraklar ve ölen insanlar vardır”.
Savaşın seyri de değişmeye başlamıştır. Hayalindeki Masserati arabayı almaya giden Ulysses bu sefer kralın emrinin yazılı olduğu kâğıdın geçmediğini fark eder. İhtiyacı olan parayı suça karışarak toplamaya çalışır. Nihayetinde de gözünü kaybeder.
İkili eve döner. Onların döndüğünü gören Kleopatra, gönül eğlendirdiği adamı kovalar, pikabı kapar, plağı çıkarır ve hiçbir şey olmamış gibi yapar. Alman askerle işgal döneminde yatan Fransız kadınların ülkelerine karşı işledikleri suçun yansımasıdır bu durum. Geriye getirebildikleri tek şey bir bavul dolusu fotoğraftır. Bu fotoğrafları sanki poker oynar gibi hızla masaya vururlar. Durmadan isimlerini söylerler ve kart desteleri gibi ellerinde tutarlar. Bu fotoğraflar askerlerin anılarıdır. Savaştan sonra olmayan bir göz, yaralar için gerilmiş bantlar ve acı anılardan başka bir şeyleri yoktur ellerinde.
Sadece kralın savaşı kazandığında savaşın biteceğini sanan insanları bir de iç düzensizlik beklemektedir sonrasında. Göğüslere takılan madalyalar ufak ödemelerdir. Savaş henüz bitmemiş sayılmaktadır. Zaten Godard durmadan “Neden?” diye sormamızı ister.
Nihayetinde onları askere alan mektubu getiren er tarafından kurşuna dizilirler kahramanlarımız. Onların bu dünyada sahip olabilecekleri tek hayal, sakin yaşamlarıdır. Yukarıdan yağan emirlerin allak bullak ettiği bu yaşamları gerçek kadavra fotoğraflarıyla gözümüze sokar Godard. Zihnimize tutulması gereken sözlerin verilirken gerçeklikten uzak olmamasını kazır.
Savaş gerçekten bitene kadar hiçbirimiz galip sayılmayız. Ama bu savaş acaba hiç bitecek midir?
Comments