1882 yılında Fransa’nın Amiens kentinde Germaine Saisset-Schenider adında bir kız çocuğu doğar. Herkesin belirsiz olan yazgısını çizme yetisinin bambaşka bir özelliğini sergileyecektir ilerleyen yaşlarında. İlk feminist ve öncü sinemacı, kadınların hikayesini beyaz perdeye taşıyan ilk yönetmen olacaktır.
Babası Fransız Ordusunda kıdemli bir yüzbaşıdır Germaine’in. Aile varlıklıdır fakat Germaine aile sevgisinden yoksundur. Paris’te büyük annesi tarafından büyütülür, opera dersleri alır.
Küçük yaşından itibaren cepheden cepheye koşan babasından uzak düşer, annesi bir kere bile saçını okşamaz. Bu sevgisiz servetin içerisinde gelişen Germaine, ailesinin sahip olduğu tüm kapitalist ve askeri değerlere kafa tutar. Bu kafa tutuş onu ileride kültür dünyasının simgelerinden biri haline getirecektir.
Erken yaşta eşcinselliğini keşfeden Germaine, ailesinin zoruyla 1905 yılında yazar Albert Dulac ile evlendirilir. Politik görüşleri tutan çiftin aşk hayatları o kadar da verimli olmaz. Albert sayesinde gazeteceliğe atılır Germaine. Fransa’da kadınların oy hakkını savunan ilk seslerden birisi olur. La Française gazetesinin editörlüğünü yapar. Bu gazetedeki köşesinde “kadın portreleri ve tiyatro eleştirileri” üzerine yazılar kaleme alır.
1912 yılında aktris Stacia Napierkowska ile başlayan ilişkisi ona sinema kapılarını açar. Stacia hayatının aşklarından birisi olacak ve bu sevdanın ona açtığı kapının diğer tarafındaki sinema için hep kendisine teşekkür edecektir.
Henüz emekleme döneminde olan sinema sanatında Georges Méliès’in çağdaşı Alice Guy’dan sonra ikinci Fransız kadın yönetmen olur. Dulac ilk defa ekranda kadın perspektifinden bir bakış sunar.
Filmlerinde erkekleri ve erkekliği tiye alır, kadınların özgürlüğünü gözler önüne seren “özgür bedenleri” gösterir. Kadınlarla erkekleri karşı karşıya getiren ve bu dünyanın “masculin” olmadığının altını çizer. İlk kez bir kadın karakterin gelişimini ekranda gözler önüne serer.
Geleneksel cinsiyet normlarıyla da alay eder Dulac. Örneğin 1927 yapımı filmi “L’invitation au Voyage” filminde sadece “female gaze” değil aynı zamanda “queer gaze” olarak da tanımlanabilecek bir çatışma yaratır. Kadınları takım elbiselere, erkekleri makyajlara boğar. Bir cinsiyet farkından söz edilemeyeceğini söyler. İnsan birdir onun için.
“Saf” bir sinema peşindedir Germaine Dulac. Etkiden arınmış bir sinemadır onun aradığı. Yazdığı senaryoları ve çektiği filmleri “pürüpak bir görsel senfoni” olarak yorumlar. Senaryolarını gerçek hayatlardan çıkarır, özellikle Paris’in arka sokaklarında yaşayan hakiki insanların öykülerini kaleme ve filme alır.
Sinemaya getirdiği kadın bakış açısının yanı sıra Luis Buñuel’den tam bir yıl önce sinema tarihçileri tarafından biraz görmezden gelinen bir başarıya da imza atar. Antonin Artaud’un senaryosunu temele alan “La Coquille et le Clergyman” filmiyle yine devrimi gerçekleştirir ve dünya tarihindeki ilk sürrealist filmi çeker.
Germaine Dulac sinemanın eğitici ve öğretici gücünün farkına varmıştı. Bu yüzden bugün bile üç beş arkadaşla ya da uluslararası halde binlerce kişi ile kurulan sinema kulüplerinin temelini atar.
Sesin sinemaya gelmesi ile Dulac’ın da sinema sahnesinden silinmesi aşağı yukarı aynı döneme denk gelir. 1942 yılında öldüğü güne dek hem kadın hem de eşcinsel hakları için mücadelesini sürdürmüş onurlu bir birey olarak göçmüştür bu dünyadan. Ardında nice sinema teorisi, eleştiriler, senaryolar, filmler ve tabii etkilediği milyonlarca insan bırakmıştır.
Comentários