Kendinizi başarısız hissettiniz mi hiç? Dünyadan göçüp gittiğinizde manevi varlığınızın da vücudunuz gibi yeryüzünden silineceğini hiç düşündünüz mü? Ardınızda bir iz bırakmayı umutsuzca istediniz mi? Büyük izler bırakabilenlere hayranlık, belki de kıskançlık duydunuz mu? Belki sadece hayatta kalmaya çalıştınız, olabilir mi? Ya da işin içinden çıkamadığınız durumlarda “keşke bir mucize olsa da…” ile başlayan kaç dilek dilediniz kendi kendinize? Bu sorulardan biri bile sizi oturduğunuz yerden alıp uzak diyarlara götürebildiyse Yesterday tam size göre bir film. Yönetmen koltuğunda Danny Boyle’un oturduğu filmin, dünyaca ünlü Beatles grubuna bir ‘güzelleme’ niteliğinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Filmin detaylarına ve bize yaşattığı duygu karmaşasına değinmeden hemen önce birkaç uyarı yapma gereği duydum sevgili okurlar: Yazımız bol miktarda spoiler içereceğinden filmi izlemediyseniz tadınız kaçabilir, benden söylemesi. Bir de bu yazıda sinematografik bilgi aramayın. Çünkü ben damarlarında kan yerine upuzun cümleler ve o meşhur yedi nota dolaşan ve bunun hakkında yazıp çizerek hayatını kazanan biriyim yalnızca. Bir de iyi bir izleyici, o da zaman zaman, yerine göre…
BEATLES’I YENİDEN ÜRETMEK
Öncelikle filmin adının Yesterday olmasının nedenini yalnızca Beatles’ın en önemli şarkılarından biri olmasıyla açıklamak çok doğru olmaz bence. “Dün” anlamına gelen ve hepimizin varlığından haberdar olduğu bu İngilizce sözcük, içinde bulunduğumuz ya da sözü edilen andan bir gün -yirmi dört saat ya da daha az- öncesini işaret ediyor. Bu kısacık zaman diliminde başımıza gelebileceklerin, hayatımızda ve çevremizde değişebileceklerin habercisi bu başlık belki de… İşte baş kahramanımız Jack Malik tam da bu türden bir değişimle karşı karşıya kalıyor. Çocukluktan beri en yakın arkadaşı ve menajeri olan Ellie’nin maddi ve manevi desteğine rağmen bir türlü istediği başarıyı yakalayamayan besteci, söz yazarı ve müzisyen Jack, müziği bırakma kararı aldığı gün bisikletiyle bir otobüse çarpıyor. Bu talihsiz kazayla eşzamanlı olarak küresel bir elektrik kesintisi meydana geliyor ve dünya gerçek anlamıyla değişiyor. Jack sanki bulunduğu evreni terk edip ona çok benzeyen, ancak küçük farkları olan paralel bir evrene geçiyor.[1] Tabii bir arkadaş toplantısında eline aldığı gitarla Yesterday’i çalıp şarkıyı arkadaşlarının bir tanesinin bile bilmediğini fark edene kadar durumun farkında olmuyor. Jack’in mesleki başarısızlığından, müziği bırakma kararından söz ettik. Peki şimdi ne yapacak dersiniz? Haftalarca o şarkıların sözlerini mi hatırlamaya çalışacak, şarkıları mı kaydedecek, dünya starlarıyla mı tanışacak, yoksa turnelere mi çıkacak? Evet doğru anladınız, insanlık tarihinin belki de en büyük müzik grubunun şarkılarını, onların varlığından habersiz bir dünyaya çalıp söyleyerek hayalini kurduğu üne ve başarıya kavuşacak. Peki bu ona yetecek mi? Yetmezse ne yapacak?
BANA EN İYİ COVER’I VERİN!
Konu müzikten açılınca dilimi tutmam çok zor. Jack Malik karakterine hayat veren Himesh Patel’i ilk kez bu filmde, üstelik Beatles gibi bir efsaneyi seslendirirken gördüm. Buna rağmen cesareti ve doğallığı karşısında şapka çıkarırım. O güzel şarkıları Beatles güzellemesi adına gümbür gümbür söylemiş. Gümbür gümbür dediysek, Beatles ruhunu ve dinginliğini elinden geldiğince koruduğunu gözlemledim demek istiyorum. Elbette yadırgamadığımı söyleyemem. Kabul edelim, iyi bir müzik dinleyicisiysek bu sıkça karşılaşılan bir durumdur. Özellikle hayranı olduğumuz şarkıları bildiğimiz kalıplardan çıkarmakta oldukça zorlanırız. Çünkü müzik ruhun gıdası olduğu kadar alışkanlığıdır da aynı zamanda. Bir bünyeyi neyle beslerseniz ona alışır, hep onu ister. Bir şarkının cover’ını dinlediğimiz ilk anda kulaklarımız kanıyormuş gibi hissetmemiz bundandır. Dolayısıyla filmden sonra orijinal Beatles şarkılarını dinlemeye koyuldum açıkçası. Aşçıların çeşitli yemekleri art arda tadarken damaklarını temizlemeleri gibi bir gereksinimdi bu. Ancak müzikal bir film izliyorsak büyük resme odaklanmamız gerektiği de bir gerçek. Elton John’un başrolünü üstlendiği kendi hayatını anlatan Rocketman örneğinin aksine, konu edilen sanatçı hayatta değilse biz müzikofillerin karşılaştığı bu durum gayet olağan. Aynı müzikofiller filmi izlerken “peki Paul McCartney nerede?” ya da “Ringo Starr yok mu?” diye de soracaklardır, onları buradan duyabiliyorum. Hayal kırıklığınıza teselli olur mu bilmem ama filmde Beatles grubu üyelerinden biriyle organik bağı bulunan bir isim göreceksiniz. O da sürpriz olarak kalsın, tabii internet dediğimiz tek dişi kalmış canavara vereceğiniz tek bir kelime sürprizi bozmaya yetecektir o ayrı…
SEVGİLİ KLİŞE, YİNE Mİ SEN?
Filmin konusuna değindiğim bölümde menajer ve yakın arkadaş Ellie’den söz ettim. “Aşk olmadan Beatles olur mu?” dediğinizi de duyuyor gibiydim zaten, bugün gördüğünüz gibi pek öngörülüyüm. Şaka bir yana filmi -ben kimim ki, ama…- eleştirebileceğim nokta tam olarak da burası. Lily James’in hayat verdiği Ellie karakteri menajerlik dışında matematik öğretmenliği yapması, Jack’in bir gün hayallerini gerçekleştireceğine inanan tek insan olması, çocukluktan beri onun yanından hiç ayrılmaması, yıllardır sadece arkadaş olmaları… gibi pek çok klişe içeriyor. Siz sinemaseverler buna “formül sineması” diyorsunuz sanırım, konunun oldukça sıradışı olmasına rağmen “çocukluk arkadaşıyla uzun zamandır yaşanamayan aşk” klişesine sadık kalınmış olması beni biraz hayal kırıklığına uğratmış olabilir. Kurgu ve edebiyatla iç içe bir yaşam sürdürdüğümden olsa gerek, bu özgün fikre çarpıcı bir ters köşe beklemiştim: bu kez Ellie’nin Jack’i bir otobüsün önüne iterek onu kendi evrenine geri göndermesi, ya da Jack’in Ellie’yi boşverip hayatına ‘Beatles’ olarak devam etmesi ve tıpkı onlar gibi şarkı yazabiliyor duruma gelmesi gibi. Ama ne yapalım, John Lennon “all you need is love” demiş bir kere. Beatles’a anma dedik, güzelleme dedik, bu aşkı nihayete erdirmeden olmazmış demek ki…
BAŞARINIZI BİR YALAN ÜSTÜNE KURMAYI KABUL EDER MİYDİNİZ?
Alternatif senaryo önerilerimle daha da uçmadan gelelim işin felsefi kısmına… Başarı isteseniz, dünyada bir iz bırakmak isteseniz, hatta bu izin kalıcı olmasını her şeyden çok isteseniz, başarınızı bir yalan üstüne kurmayı kabul eder miydiniz? Marlowe’un Dr. Faustus’unun ya da de Balzac’ın Melmoth’unun şeytanla anlaşmasından farkı nedir bunun? Kant, ahlak felsefesini tanımlamak için şu ifadeleri kullanır: “Beni, üzerinde durup araştırdığım zaman hayranlık ve yücelik duygusuyla dolduran iki şey var: başımın üzerindeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlâk yasası”. Ona göre ahlak, doğadan, diğer bir deyişle insan doğasından ayrılır, özgür iradeyle ilgilidir. Doğa bizimle ne tür bir oyun oynarsa oynasın -ister bizi bisikletimizden indirip başka bir evrene göndersin, ister insanlığa bildiklerini unuttursun- ahlak insanın içinde gizlidir, başarısı da ahlaklı olmaktan gelir. Kant’ın 18.yüzyılda yaşamış bir filozof olduğunu ve bugün bu yüzyılda dirilecek olsa büyük ihtimalle “hayır, teşekkürler” diyerek yerin metrelerce altına geri dönmek isteyeceğini göz önünde bulundurursak Jack’in bu karşı konulamaz isteğini bir nebze olsun anlamlandırabiliyor, vicdanımızda konumlandırabiliyor muyuz? Hepimizin malumu olan günümüz kapitalist düzeni ve yozlaşmış toplumu içinde hayata sanatıyla ekmek kazanarak tutunmaya çalışan ve sanatsal üretimi durma noktasına gelmiş bir sanatçı olduğunuzu düşünün. Ailelerin, gözleri önünde sanat aşkıyla yanıp tutuşan ve gözü ondan başka bir şey görmeyen çocuklarına “ne işin var kızım/oğlum sanatla sepetle, gir bir şirkete de elin üç kuruş para görsün” dediği, demek zorunda kaldığı bir dünyanın ortasında Jack ne yapmalıydı? En iyi ihtimalle Beatles’ı masumca dünyaya yeniden tanıtmaya çalışmalıydı, onun üzerinden para kazanmayı aklının ucundan geçirmemeliydi, vesaire vesaire. Onlarca satırda ifade edemediğim bu karanlık dünyada hangimiz bu kadar saf, temiz, masum kalabildik? Kalmalı mıydık? Kalmalı mıyız?
ZAMANIMIZIN ARTIK BİR RUHU YOK MU DERSİNİZ?
Son olarak değinmek istediğim nokta ise Almanların deyişiyle zeitgeist, bizim çevirimizle ise ‘zamanın ruhu’ meselesi. Hegel’in zamanında meşhur ettiği bu sözcük, bizim tarihçilerin ‘sosyal konjonktür’ dediği anlamda kullanılıyor. Söz konusu dönemin toplumsal, sosyal, ahlaki… pek çok alandaki iklimi diyebiliriz. Beatles’ın altın yılları 1960’lara denk geliyor, bunun anlamını az çok herkes bilir: Gençlik, özgürlük, devrim, kuşak çatışması, gelecek kaygısı, dünyaya dair büyük umutlar… Örneğin She’s Leaving Home adlı Beatles parçası ailesine kısacık bir not bırakarak evden kaçan bir kızın hikayesi üzerine yazılmış, dönem ruhunu ve dinamiklerini olduğu gibi yansıtan bir şarkı. Yellow Submarine şarkısı üzerine yapılmış yüzlerce siyasi ve ekonomik değerlendirme var. Vietnam Savaşı yıllarına denk gelmesi şarkıyı o dönemki savaş yanlılarının eleştiri oklarının hedefi yaparak günümüzdeki ününe kavuşmasını sağlamış. Bu bilgiler ışığında kafamda aydınlatılmayı bekleyen sorular yaklaşık olarak şunlar: günümüz müzisyenlerinden Jack’in Beatles şarkılarını söylemeye başladığında milyonlarca dinleyici tarafından aldığı olumlu tepkiler gerçekçi mi, yoksa yalnızca filmin kurgusu içinde hoş bir Beatles anıştırması mı? Bu şarkılar bu dönemde yazılsaydı bu kadar yankı oluştururlar mıydı? Müzikalite olarak hiçbir kanaldan eleştiri kabul etmeyeceğim ve laf söyletmeyeceğim bu sanat eserleri, müziğe eşlik eden sözler bağlamında hak ettiği ilgiyi görürler miydi? Asıl soruya gelelim: bu dönemde böyle şarkılar yazılabilir mi? İlham almak için dört duvar arasından bile ağzımızı burnumuzu örten bir katman olmadan çıkamadığımız; yüzeyselleşme, mekanizasyon ve robotlaşmayla her geçen gün daha da karşı karşıya kaldığımız bu dünyada sanatsal üretim alışılagelmiş poetikasına devam edebilecek mi? Yoksa bambaşka bir boyuta mı evriliyoruz? Zamanımızın artık bir ruhu yok mu dersiniz?
Yesterday’in bir ‘güzelleme’ olmasından hareketle yazıma başlamış olsam da aynı yazının post-postmodern dünyanın bir ‘kötülemesi’ olarak bittiğinin, diğer bir deyişle dilimi tutamadığımın farkındayım. Naçizane eleştirdiğim, kendimce sorguladığım bölümlere rağmen aradığınız şey saf bir müzik ziyafeti ve kollarınızda hissedeceğiniz tatlı bir ürperme ise, buyrunuz ekran karşısına, yaslanın arkanıza. Ne demişler: “let it be”[2].
[1] -spoiler- Fringe dizisini izleyen okurlarımız oradaki paralel evren hikayesini hatırlayacaklardır. İki evren de New York’u gösterirken birinde 11 Eylül saldırıları doğrudan Beyaz Saray’a yapıldığından İkiz Kuleler yıkılmamıştır.
[2] Türkçeye “Akışına bırak” olarak çevirebileceğimiz, Beatles’ın en ünlü şarkılarından birinin adı.
Comments