Bizler için her yıl bir mücadele olsa da ülke olarak neşeyle haykırdığımız, kol kola girdiğimiz zamanlar azdır. 2002 bu yıllardan birisiydi. Özellikle okulda Dünya Kupası maçlarını izlemiş nesilden olmanın gururunu hala yaşarım. O sene kupanın yanında başka önemli gelişmeler de oldu tabii ama benim için futbol ve sinemadan oluşan bir yıldı.
Harry Potter’ın ilk filmi gösterime girdiğinde sinemada izleme şansı bulamamıştım. Hani sinemada izlemenin bir şans olduğunun bile farkında değildim. Şansım döndü ve ikinci filmi dostlarımla seyretme imkânı buldum.
Harry Potter’ın ikinci filmiyle daha karanlıklaşan hikâyede en çok ilgimi çeken Basilisk olmuştu. Bu efsanevi yılan beni hala çok etkilemektedir. Ama ilgimi çeken önemli bir yaratık daha vardı.
Yaz aylarında adada işleyen bir açık hava sineması, yıllar yılı insanlara güncel olmasa da yarı-güncel filmleri sunmasıyla ayakta duruyordu. Bugün o kireçle boyanmış, üst üste koyulmuş dört sıra tuğladan oluşan duvarlarının üzerinde “Kara Göl” filminin soluk, yıpranmış afişi gözlerinizi kıstığınızda hala görülebilir durumdadır. Bu sinema annemle babamın tanıştığı, yıllarca emek vererek çalıştığı otele hayli uzaktı. On yaşında olmama rağmen geceleri çok yalnız çıkmadığımdan bir iki kere tadını alabilmiştim bu sinemanın. Oysa beni bıraksalar asla çıkmazdım oradan.
Sinemaya olan sevdamı bilen babam nereden bulduysa bir VCD oynatıcı çıkardı getirdi. Ailecek kaldığımız tek göz odanın banyosunun dış duvarına, kenarları tahtakuruları tarafından yenmiş bir sehpanın üzerinde duracak şekilde küçük bir televizyon yerleştirilmişti.
Bu televizyona bağladım VCD oynatıcıyı. Şimdiki genç öğrencilerim büyük ihtimal bu yazıyı okurken bunun ne olduğunu soracaktır. Platformların atası diyebilirim. Eskiden tek tuş uzakta olmak yerine, dev CD çantalarında filmler biriktirilir, kuponlar toplanarak setler satın alınır, gazeteler birbiriyle yarışırdı film hediyesi vermek için. Dijital dünyanın yok ettiği pek çok “manuel” zevklerden biri işte.
Otelin televizyon odasından –evet, o zamanlar odalarda televizyon yoktu, toplu bir şekilde tek yerde toplanılır ve televizyon izlenirdi- sürükleyerek kata çıkardığım koltuğu televizyonun karşısına koydum. Potter’ın ilk filmini tekrar tekrar izledim. Neden tekrar tekrar izliyordum? Çünkü bu şaheseri büyük ekranda izleyememek içimde kalmıştı. O dünyaya ilk adımı karanlıkta, boncuk boncuk gözlerimle atmak isterdim. Olmadı. Ama sonradan detayları farketmeyi öğrendiğimde bunu çok sorun etmedim kendime.
Potter’ın ilk filminde bir Unicorn görürüz. Tıpkı Basilisk gibi adını sadece efsanelerde duyduğumuz bu yaratığı, animasyon ya da başına boynuz tutturulmuş bir at olsa da kanlı canlı görmek beni inanılmaz etkilemişti. Unicorn kanının etkisi, masumiyet ve nice duygu çocuk zihnimi sarıyor, beni üzerinde oturduğum, sıcaktan yapıştığım deri koltuktan kaldırıyor ve diyar diyar bir yolculuğa çıkarıyordu. Boynuzu gözümü alıyordu. Nasıl olabilirdi bir atın boynuzu? O boynuz neyi temsil ediyordu? Savunma amaçlı mıydı, estetik amaçlı mı? Neydi o boynuz? Neydi Arthur’un kayaya saplanmış kılıcı? Bunlar bizim belleğimizdi. İnsanlık olarak güzelliğin hafızamıza kazındığı nadir anlardan, savaşmayı, pes etmemeyi öğreten, sevdiklerimiz için her şeyi göze almamızı belleten unsurlardı.
Efsanelere, masallara ufaklığımdan bu yana meraklıyım. Fantastik yaratıklar bir yana yaşayan efsaneler daha bir merak uyandırır bende.
Başta dediğim gibi 2002 yılının yazıydı. Gözlerimiz yaşlı, kulaklarımız Tarkan’ın şarkısıyla, yüreklerimiz ay-yıldızla doluydu. Futboldan gerçekten hoşlanmaya başladığım zaman işte o seneydi. Sadece maçları izlemek yetmiyordu bana. Çıkartma albümleri, sporcu kartları topluyordum. Hatta itiraf edeyim ki o Ronaldo saçını ben de yaptırmıştım. Pişman mıyım? Hayır! Bir daha yapamayacağım bir şeyi o yaşta yaptığım için mutluyum. Arsada oynanan topta “İlhan Mansız” hareketi deniyor, kupa diye taşlar kaldırıyor, ayağımızı toza katarak sınırlar çiziyorduk. Yok arkadaş yetmiyordu! Kanım, canım futbol diye bağırıyordu. Çareyi isminin önüne “abi” eklediğim, akşamları şezlonglar çekilince plaj futbolunun en azılı santrforlarından birisi olan Caner’de buldum. Kendisinde bu Dünya Kupasına özel çıkmış bir CD vardı. “En iyi 100 gol”. Yüzük bulan Smeagol gibi zıplaya zıplaya çıktım merdivenleri. Özenle yerleştirdim CD’yi. Kuruldum koltuğuma. Artık Dünya Kupası bu küçük odada benimleydi ve sadece benimdi.
Kaçıncı sırada olduğunu hatırlamıyorum en iyiler arasında ama bir adam çıktı sahaya. Penaltı sahnesi. Gök mavisi forması, arkasında sallanan bir atkuyruğu, sık, kısa kesilmiş saçları ile gerildi. Gerildi… Gerildi… Koşmaya başladı… Top üzerinde durduğu beyaz çizgiden havalandı ve kayıplara karıştı. İyi de gol olmamıştı? Bunu neden koymuşlardı? Neden bir başarısızlığı “en iyiler” içine almışlardı?
Bunun sebebini yıllar sonra öğrendim. Meğer o programın yapımcıları İtalyanmış. Efsanelerini o kadar seviyorlarmış ki onun başarısızlığı bile onlar için bir başarıymış. O yüzden eklemek istemişler programa.
O futbolcu Roberto Baggio idi. Canlı olarak – en azından televizyonda- izleme şansım hiç olmadı. Ama biriktirdiğim “Goal” dergilerinde, internetin emekleme dönemlerindeki sayfalarda, efsaneler listelerinde, babamdan, arkadaşlarından, o plaj futbolunun vazgeçilmezi şimdi koca koca adamlar olan ağabeylerden öğrendiğim, duyduğum, formalarının sahtelerini gördüğüm biriydi Baggio.
Netflix bu ay bu efsanenin biyografik filmini gösterime koyduğunda ayrı bir heyecan hissettim. Çocukluğumun, onun bir kere bile maçını izlemememe rağmen efsanevi sıfatını alan kahramanının neler yaşadığını, nasıl o penaltıyı kaçırdığını, inişlerini çıkışlarını öğrenme fırsatım oldu. Tabii eksik, fazla pek çok nokta vardır.
Asıl altını çizmek istediğim nokta şu. Hep başarıların dayatıldığı bir yaşam biçiminde Potter’da öldürülen Unicorn nasıl merhametimizi okşuyor, o sahnenin asıl kahramanı oluyorsa, Baggio da kaçırdığı penaltıdan sonra güçlenen karakteri ve azmiyle bizlere hayatta kalma dersi vererek neden yaşarken efsane ilan edildiğini manşetlere duyuruyor.
Şöyle bir baktığımızda her kahramanın yolculuğunun engebelerle dolu olduğunu görürüz. Asıl kahraman bu engebeleri aşmasını bilendir. Çocuklar nasıl Voldemort’u değil de o masum Unicorn’u anıyorsa, bizler de formasının altına karakterini giymemiş olanları değil de tüm başarısızlığına, talihsizliğine rağmen ayakta durmasını bilmiş Baggio’yu anıyoruz.
Baggio bizim için bir Unicorn. Asla kanı akıtılmaması gereken, tekrar doğan bir güzellik. Yıllar geçtikçe güçlenen, büyüyen, dağlara sığmayan bir karakter. Onca neslin yüreğini hoplatan, hayaller kurduran nice güzel insandan birisi. Tarih güzeldir. Ondan ders almak, yaşayamadığımız duyguları kıyısından da olsa tatmak güzeldir. Tüm bunlar işte Roberto Baggio gibi topluma mal olmuş ruhlar sayesinde gerçekleşiyor.
Baggio’nun Unicorn boynuzu karakteriydi. Kuyruğu zaten vardı. Ardında bıraktığı gökkuşağı izlerinin üzerinde salınan, ona ait, başkasına yakışmayan bir kuyruk bu. Bir umut simgesi, bir başkaldırı, bir dost, karanlıktan uzanan parlak bir el.
Çok yaşa “Il divin codino” yani “İlahi atkuyruğu”!
Comentários