top of page
Yazarın fotoğrafıOnur YILDIZ

"Toprağı bilir mi insan?" - Sayın Kerem Bakıcı için

Yorgun bir bayram gününün akşamında gece, kalın bir yorgan gibi örtülmüştü köyün üzerine. Etrafta sadece karanlık çökünce sesleri işitilen böcekler, arada bir uluyan, kendini kurda düşmana son kale olarak gören, çoban köpekleri, tencerelerden aile bireylerine ya da akrabalara dağıtılan yemeklerin alındığı tahta kaşıkların sesi dışında bir şey duyulmuyordu.

Yer sofrasından kalkmadan önce üzerime dökülen ekmek kırıntılarını silkeledim. Babaannem, bizim oralarda “maşınga” denilen sobaya çıra atmakla meşguldü. Amcam, cızırtılı televizyonda izlenecek bir şeyler aramak uğruna üzerine basa basa yıpranmış bir leşe dönmüş kumanda tuşlarına abanıyordu. Annem ve halam tabakları üst üste diziyorlar, iki göz odası olan kerpiç evin hem kiler, hem mutfak görevi gören –ki mutfak sıfatı sadece eski bir buzdolabından ibaretti- kısmına gitmek için hazırlanıyorlardı. Çeşmesi, ışıksız bahçesinde bir dut ağacının altında olan evden çıkıp bulaşık yıkayacak olan şanslı kişinin kim olduğuna dair aralarında şakalaşarak konuşuyorlardı.

Halamın küçük oğlu yer döşeğine uzanmış, sıvaları inceliyordu. Babam işi olan lokantacılık gereği çoktan yemeğini bitirmiş, herkese okkalı bir “afiyet olsun” diyerek fırlamış, sindirime iyi geldiğini düşündüğü, on altı yaşından beri ağzından düşürmediği sigarasını tellendirmek için dut ağacının yanındaki kesik ağaç gövdesine oturmuştu. Acaba neler düşünüyordu karanlıkta? Ciğerine dumanını doldurduğu sigarası son bir nefes izi olarak ateşli bir nokta bırakıyordu kapkara gecede.

Masadan kalktıktan sonra, maşıngasız, soğuk odaya gittim. Odalar arası geçiş koridorunun etrafı açık olduğundan, sıcaktan, yemek yemekten yumuşamış vücudumu ısırdı esen rüzgâr. Çorap bile geçirilmemiş ayaklarım, gün içinde rüzgârın taşıdığı kar tanelerinin serpiştirildiği koridorun soğuk zeminine yapışır gibi oldu.

Köyde geçirilen her bayram gecesi rutini olarak babamla yapmamız gereken işin keyfini düşünerek ilerlerken hissetmedim sonradan soğuğu. Metal kollu, tahta açıklıkları gazete kâğıtları ile kapatılmış maşıngasız odanın kapısını açtım. Gıcırtı yankılandı uzaklara doğru. Elimle koymuş gibi buldum büyük el fenerini. Bir iki denemeden sonra yakmayı başardım. Elimden göklere doğru uzanan bir ışın çıkıyordu şimdi. Işığı gözlerimle takip ettiğimde, onu durduran tavanın dökülmüş sıvasında bir örümcek rahatsız oldu. Herhalde mahremiyetine önem verdiğinden apar topar harekete geçti, cılız bacaklarını ustalık gerektiren bir ahenkle oynattı ve ışıktan kurtulup, avını bekleyeceği ya da dinlendiği karanlıkta huzur aramaya gitti.

Elimde yanan fenerle çıktım odadan. Kapıyı ardımdan kapasam da odanın hep soğuk kalacağını biliyordum. Hiç tanıyamadığım dedemi andım bir an. Kaç kere açıp kapamıştı bu kapıyı acaba? Çocuk aklım anılara çok saplanmadan planladığım oyun tasarısını uygulamaya koyuldu.

Dut ağacının ardında saya vardı. Onlarca koyunun üst üste, demokratik bir biçimde uzandığı, zemini çamur, tavanı saman, duvarları kerpiç, küçükbaşlar için dünyadaki cennet sayılan saya.

Feneri sayaya doğrulttum. İki gözün birbirine uzaklığını bile hesaplatamayan karanlıkta parladı kor kor gözler. Soldan sağa doğru gezdirmeye başladım fenerin ışığını. Işığın efendisi bu bayram gecesinde de bendim. Hayvanların gözlerinin bana mı yoksa ışığa mı odaklandığını bilmeyen, karıncalar arasında tanrıcılık oynayan, bayramlık ayakkabıları pislenmesin diye gezmeye giderken basılan çamurlar için yanında plastik ayakkabı taşıyan bendim.

Doğrulttuğum ışık, dut ağacını geçtikten sonra kadraja giren kahraman gibi gördüm babamı. Paltosunun yakalarını kaldırmıştı. Oldum olası sevmezdi şapka takmasını. Yeni beyazlamaya başlamış saçları, bir Viking kadırgası gibi sallanıyordu ayazda. Kutsal bir ayin icra ediyormuş gibi son bir nefes daha çekti sigarasından. Bu nefes sonrası bir kotik kadavrası haline gelen sigarayı yerden en az on parmak yükselmiş kara batırdı. “Hadi!” diye seslendi bana. Davetinin ardından da “Lan, tutma şunu gözüme!” diye eklemeyi unutmadı. Asıl patronun kim olduğunu hatırlatmak istemişti sanırım.

Bir baba-oğuldan ziyade ağabey-kardeş olan ilişkimizi çok sevdiğimden boyun eğdim isteğine. Koridorun dış duvarını oluşturan, yaklaşık yetmiş santim yüksekliğinde, aralıklı çakılmış tahtaların üzerine asılı gocuğumu aldım. Mor, turkuaz karışımı bir renk cümbüşü olan bu gocuğu çok severdim. Bu bir bayramlık değildi. Sadece en sevdiğim gocuğumdu. Kısa kesilmiş saçlarıma, ön kısmında tuttuğum takımın logosu bulunan şapkamı geçirdim, gocuğun sağ cebine sokuşturulmuş eldivenlerimi çıkarıp giydim, ayağıma botlarımı geçirdim.

Bu sefer lastik ayakkabıları almak istemedi canım. Geleneksel bir törenimizi gerçekleştirecektik çünkü. Pazar sabahları izlediğim kovboy filmlerinden öğrendiğim gibi tekmeledim kapıyı. Ama öyle çok güçlü değil. Sadece o duyguyu hissedecek kadar. Sonuçta kapı denilen şey de üç kısa tahtanın birbirlerine tutturularak oluşturmuş bir yarım kapıydı.

Ağzımdan çıkan dumanları ardımda bırakarak koştum karların üzerinde babamın yanına. Şimdilerde boyu benden daha kısa olsa da o esnada bir dev gibi yükseldi karşımda. Karanlıkta görebildiğim sadece nefesinin dumanlarıydı. Havada daireler çizen ve sonsuzluğa karışan dumanlar.

Henüz nasırlaşmamış ama eli kulağında olan eliyle uzandı küçük elime. Eldiven takmayı da sevmez babam. Üşüdüğünü de bir kere görmüş değilim herhalde.

Yürümeye başladık. Sırtımda koyunların bakışını hissediyordum. Nedense biraz ürktüm. Kor gözleri beni delip geçiyor gibi hissediyordum. Bahçe kapısından taşlı yola çıktık. Yolda tabii taşlardan eser yoktu. Engin bir beyazlık kaplamıştı her yeri. Yeni bir gelinin sonsuz duvağı uzanıyordu her yere. Yüz adım ileride yanan sokak lambası, hemen ardında duran keçiboynuzu ağacıyla gölgeleniyordu. Esen ayaz ağacı oynatıyor, Hatice ninelerin evinin duvarına kadar uzanan gölgeler canlanıyordu. Ben babamın elini daha da sıkıyordum.

Adımlarımız karlara gömüle gömüle geçtik ışığın altından. Sağa doğru yükselen, ucu tekrar karanlığa gömülen yokuşa döndük. Sol tarafta kalan caminin minaresinin etrafında yeşil ışıklar vardı. Etrafa yayılan huzmeyi, soğuktan kırpıştırdığım gözlerimle gördüğümde düşündüm başka yaşamları, bu dünyadan olmayanları. Babam hızlı yürür. Her adımına yetişmek için fazladan adım atmam gerektiğinden bu hülyalardan kurtuldum. Caminin karşısında Muzaffer teyzelerin evi vardı. Bu kadın şimdi rahmetli oldu. Tüm üst dişleri dökülmüş, miras olarak tek bir diş kalmıştı geriye, ağzının ortasında. O konuşurken, açılıp kapanan ağzında bir görünen bir kaybolan bu son askere dikerdim gözlerimi. Sonra kaçırırdım bakışlarımı yanlış anlamasın diye.

Yokuşun karanlığa kavuştuğu noktadan devam ettik. Bu noktanın sağ tarafında yer alan eski köy mezarlığında boy almış otlar, rüzgârla bir denge içinde sevişiyor gibi sallanıyor, çıtırtılar duyuluyordu. Ardındaki tepede bir köpek uluyordu.

Karanlığın içerisindeyken bakışlarımı mezarlıktan uzaklaştırdım. İlerde beyaz bir ışık gördüm. Tek bir lamba, geceyi yarıyor ve gözlerime konuyordu. Nereye gittiğimizi biliyordum ve bu yolculuğun son durağını görünce mutlu olmuştum.

Karlar, ben ve babam bastıkça şarkı söylüyordu. İçten içe acı çeken bir ezgi yükseliyordu. Karlar nihayet sona erdi. Tekrar taşa bastı botlarım.

Sadece kısa süreliğine sona ermişti aslında karlar. İsmini asla bilmediğim, sararmış bıyıkları ve kareli gömleğinin üzerine yaz kış giydiği yeşil süveteri ile anımsadığım bir adam, bu kısımdaki karları temizlerdi her kış. Sadece üzerine düşeni yapardı. Beyaz lambanın altında uzun bir demire iki kanca ile tutturulmuş tabela, pranga sesleri yayıyordu kulaklarıma. Tabela sallanıp yukarı doğru yükseliyor, ışık yüzeyini kaplıyordu. Hiç göremedim o tabelada ne yazdığını. Ne zaman görsem karla kaplı olurdu kışları. Yazları da bakmak aklıma gelmezdi. Fırça darbeleriyle çiziktirilmiş bir yazı olduğuna emindim sadece.

Büyük demir kapı buraya özel kesilmişti. Bizim evin koridorlarında eksik olan duvar kısmı kadar büyük bir camı, dörde bölen bir şeridin ardında geleni geçeni selamlayan küçük, dikdörtgen bir levha bana gülümsüyor “Açık” diyordu.

Ağır kapıyı ittirdi babam. İçerideki sesler üzerime hücum etti. Her sesi anlamlandırmaya çalışıyor, yüzüme vuran sıcağı, sigara dumanını hissediyor, hem yüzümü ekşitiyor hem de sonsuz bir mutluluk duyuyordum.

Dertlerin, hüzünlerin, sevinçlerin senfonisi olan bu kahve toplantıları, insanların tek eğlencesiydi. Sofrada bölüştürülen ekmek gibi herkes payını alırdı. Yemek ya da yememek onlara kalmıştı. Okey taşı sesleri, kart hışırtıları, boğuk bir televizyon gürültüsü, bardaklarda girdap oluşturan kaşıkların ince bele dokunduğundaki tınılara, kahkahalar küfürlere, sigara dumanı içerde asılı olan lambalara ve çay ocağından yükselen buhara karışıyordu.

Yeşil, kalın bir örtü serilmiş masanın önüne geldik. Babamın çocukken köye televizyon geldiğinde, arkadaşları ile boş tabutlara yatarak, ufacık aralıktan görülebilen bu canlı kutuyu izlediği, kardeşlerim diye andığı ahbaplarının masasına oturduk. Ben henüz toplumda plastik, beyaz sandalyeyi hak edecek işler yapmamıştım. Köyün gençlerine, kadimlerine aitti o sandalyeler. Benim payıma düşen, altı paslanmış demirlerden, minderi yırtık, içinden sarı yünü fırlamış bir tabureye oturmaktı.

Babam herhangi bir sipariş vermedi. Zaten gelecek şey belliydi. Yetişkinler ve gençler için bir içecek, çocuklar için bir içecek vardı. Onurlu yaşam sürenler için ideal bir menüydü bu. Sararmış bıyıkların, sıvanmış kollarının ucundaki nasırlı eller getirdi babamın önüne çayını. Hoş geldin, beş gittinler arasında gülümsemeler çoğaldı, anılar peyda oldu, kahkaha bulutuna omuzlarda çıkarılan ben, sıvazlanan sırtım, okşanan başımla ilgilenirken nasırlı el benim de önüme bir bardak koydu.

İnce belli bardak başka bir içeceğe ev sahipliği yapıyordu. Güneşin akşamüstü turunculuğunda bir sıvının üzerinden tüten dumanını çektim ciğerlerime. Köyü bilen çocuğun içkisidir bu. Onun için yaşar, eşle dostla boğazından geçen bu sıvının değerini başka hisler zor kazandırır. Eldivenlerimi çıkarmadan uzandım bardağa. Aslında kısa ama benim için macera dolu yolculuğun bu ödülünü kavradım küçük parmaklarımla. Henüz bıyığı terlememiş üst dudağımı büzerek üfledim dumanına.

Sıcaklık aldı beni. Hem zamandan hem de o ortamdan bir anda yükseldim. Kanatlarım vardı. Gözlerimi kapadım. Yaş geldi mi bilmiyorum ama şu an geliyor sanki. Bir oraletin sıcaklığı yeterlidir çocukluğun güzel geçmesine.

Dışarıda tabela sallanıyor, rüzgâr ve köpekler uluyor, biz dünyadan soyutlanıyor ve gülümsüyorduk.

Sayın Kerem Bakıcı’nın ilk öykü kitabı olan “Toprakta Büyür mü İnsan?” işte beni bu anıya götüren bir yapıya sahip. Delilerin, kahvehanelerin, çocukların kendileri için fantastik maceralarının, “ölüm kokan boşluk” içinde bir anlam arayanların, “alıç ağaçlarının” gölgesinde umut arayanların, sevdanın, uzanan gölge devlerin karşısında tutunulan gerçeklerin, “beynini kiraya vermeyenlerin”, “toprakta büyüyen” insanların adına kendisine teşekkürü borç bilirim.

57 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page