Sokak bambaşka bir yerdir. Bütün o tozun dumanın altında debelenen, nefes almaya çalışan bir yaşam barındırır.
Günümüz gençleri ve daha sonra doğacak olanlar asla bizlerin yaşadığı o tadı bilemeyecekler.
Sokak aynı zamanda bir labirenttir. Sonunun nereye çıkacağı biraz şansımıza biraz seçimlerimize kalmıştır. Bu labirente giriş çıkış zamanlarımız önemlidir gün içinde. Yolumuzu bulmak için havayı koklayabilmek, yıldızları okuyabilmek mühimdir. Bu labirentte karşılaşılan ruhlarla edilen sohbetler, onlara açılan yürekler, zihinler, bağdaşan, bağdaşmayan düşünceler gidişatı belirler.
Stephen Crane, gazeteciliğin gözlem ve yerindelik özelliğini tamamen kaleminde bulunduran bir yazar. İki yıl kaldığı New York’un göze hoş görünen, akşam güneşiyle ışıldayan gökdelenlerinin ardında kalan yaşamı tatmış, tanımış ve anlatmasını bilen bir yazar.
Crane’in şimdilik okuduğum üçüncü kitabı “George’un Annesi”. Diğer ikisi “Sokak Kızı Maggie” ve “Canavar” idi. Onlar hakkındaki düşüncelerimi de bir ara yazacağım.
Crane’in en güçlü yanı kanımca gerçekçiliğini hiçbir zaman kaybetmemesi. Nefes alan karakterler yaratmak çok zordur. Crane bunu başarıyor. Tabii bu nefes alan karakterler sadece hayal gücünden peyda olmazlar. Crane, New York banliyölerinde geçirdiği süre boyunca eminim bu kişilere, olaylara tanık olmuştur. Gerçekçi yazar diye anılsa da bana nedense biraz Natüralizm bağı daha ağır basıyor gibi geldi.
“George’un Annesi” adlı eserde Kelcey’i görürüz. Annesiyle uzaktan yakından alakası yokmuş gibi bir portre çizmeye çalışan ama bir o kadar da ona değer veren birisidir. Yazının başında değindiğim sokak labirenti içerisine çekilir Kelcey. Yıllar sonra banliyösünde ortaya çıktığında artık büyümüş, bir birey haline gelmiştir. Ancak Jones gibi ahbapları ona kendi benliğini sorgulatacaktır.
Günlük dertlerini sadece içerek, klüpler kurarak, belaltı hikâyeler anlatarak unutan bir gruba dâhil olur Kelcey. Ama gerçekten dâhil olmak ister mi? Bana kalırsa hayır. Kelcey sadece dünyasına tutunmak ister. O ufacık dünyasında hayatta kalmak ister. Bunun da nasıl gerçekleşeceğine dair inancı, annesinin yanıbaşında olmaktansa hiçbir değere saygı göstermeyen, ondan yararlanmaya çalışan insanların arasına karışma isteğinde yatar.
Kelcey, eserde yer yer inişler çıkışlar yaşayarak annesine karşı beslediği ama işte “delikanlı” ya, yüreğinin derinliklerinde üzerine toprak atarak örttüğü sevginin ufak kırıntılarını bize gösterir. Anlamsız bir gecede başını vurması, insanların ona acımasını sağlamaz. Aksine onu eğlence malzemesi haline getirirler. Sevdiği kız hakkında dalga geçerler ve daima aynı soruyu sorarlar “Bi’ içki?” . Banliyö insanı içmekten başka bir şey yapmaz. Arada vakit kaldığında da işi dedikoduya vurur.
George’un annesi babasız büyütmüştür George’u. Finansal olarak hiçbir zaman yeterli olamayacağını bilir ve oğlunun en azından manevi konularda duyarlı olmasını ister. Eve geç gelişlerinde sesini çıkarmaz. Oğlu için daima endişelenir. “Bir veda öpücüğü” ister ya da “palto asmaya yardımcı” olmak için yanar tutuşur. Tek dünyası oğludur. Oğlunun kendisini sevdiğinin farkındadır ancak yanında olmadığı zamanlarda sokak ve kilise kıskacında hangisini seçeceğini bilmediğini de gayet iyi anlar.
Kelcey’nin başını çarpıp madara olduktan sonra eve geldiği ertesi gün, annesinin uzun süredir ısrarını kabul ederek kiliseye gitmesi mühimdir. Burada George, vaizin sözlerine kulak asmasa da kapattığı zarını yırtarak geçer vaiz. Var olduğu, yaşadığı, yaşamayı arzuladığı dünyanın aslında kötücül olduğunu, bu yola sapmanın bir “lanet” olduğunu öğrenir. Kilise ile işi bitmiştir Kelcey’nin. O sokağın kollarını istemektedir. Sokağa sarılmak, kanalizasyon kapaklarından tüten dumanlar arasında sigarasını içmek, ayağını duvara dayamış insanların bilge konuşmalarına ortak ya da onlardan biri olmak ister.
Kelcey’nin bu tavırları zaten “küçük” bir yapısı ama “büyük” bir kalbi olan anneyi daha da zorlar. Nihayetinde yenik düşer kalbine. Oğlunun işten atılması, katrana bulanmış fare gibi gayesiz çırpınması onun için yeter de artar. Artık dayanacak gücü kalmamıştır.
“George’un Annesi” kısalığına rağmen vurucu bir roman. Crane, Kelcey bünyesinde bize dönemin gencini anlatır. Aslında sadece dönemin genci değildir, ne dersiniz? Genç olmanın lütfunu çok az insan bilir. Bir arı gibi bal toplayarak geçirmeli insan vaktini. Bu vaktin tamamı kaliteli bal arayışında geçmek zorunda da değildir. Arada eli boş da dönmelidir arı. Önemli olan büyük resimde nasıl bir çizim sergilediğimizdir. Biz de sadece bir arıyız. Dev tarlalar arasında istediğimiz noktaya gitmekte özgürüz. Seçimlerimiz bize bağlı. Tat alacağım derken boğulmamak lazım.
Ne de George’un annesi gibi olmalıyız. George’un annesi gibi olmak kabullenmek demektir. İnsan kabullenmemeli kolay kolay. Savaşmadıktan sonra hiçbir şeyin kimseye bir faydası yoktur. İyi bir yaşam herkese bahşedilmeyebilir. Tek şansımızı küle çevirmek için, ateşe daha çok odun atmamalıyız.
Bir laf vardı gece çalışanlarının söylediği: “Şehir kararınca biz aydınlanırız” diye. Bu ışıltılarla başın dönmesine izin verilmemelidir. Işığı nerede kısması gerektiğini bilmeli insan.
Comments