Hayaletler insan var olduğundan beri bizimle birlikteler. Fantazmagorik fotoğraflar öncesinde efsanelerde, masallarda varlıklarını sürdürdüler ardından bu anlatılar yazılara, fotoğraflara ve filmlere döküldüler.
Her yörenin, ülkenin birbirinden heyecanlı pek çok öyküsü var. Var olduğu sınırların şartlarına göre şekillenen, biçimden biçime uçarcasına koşan, nice yetenekler edinen, teknolojinin gelişmesi ile süper kahramanlar gibi bu edindiği yeteneklere daha üst geliştirmeler ekleyen hayaletler, hortlaklar.
Ancak şüphe yok ki tüm dünya literatüründe önde gelen bir yer var hayaletleri ile ilgili. Ya da önde gelen demeyelim de “en uzak sınırlarca bile tanınan” diyelim.
Victoria Dönemi hayaletleri.
Kraliçe Victoria döneminde Sanayi Devriminin eşiğindeki İngiltere’nin geçmişiyle bir hesaplaşmasıdır kanımca hayalet öyküleri. Pek çok yazarın kaleminde can bulan bu öyküler, şehrin göğünü kaplayan buharlar, zehirli dumanlar arasından çıkıp, küçük yaşta çalıştırılmaya zorlanan çocukların rüyasına iner. Yetişkinlerin dilleriyle beslenir ve yeniliğe karşı direnmeye çalışan eski dünyanın huzursuz ruhları, döneme göre oldukça ilerlemiş teknolojinin yanında hâlâ anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız varlıklar, olaylar olduğunu bize hatırlatır.
Şüphesiz bu türün gelişimine Amerikalı meslektaşları Poe ve Lovecraft kadar katkıda bulunmuş önde gelen yazar Charles Dickens’dan başkası değildir. Dickens romanlarına bu unsurları ustalıkla yerleştirir, sizi, sizden bağımsız hareket eden canlıların varlığına inandırır, zihninizle alay eder. Sonradan “Sanayi Devrimi” koşullarında bir mantığa oturtmak için teknolojiyi kullanır ve “haa!” demenizi sağlar.
Romanlarına vakıf olsam da Dickens’ın öykülerine aşina değilim. Öyküleriyle tanışmam Sayın Selçuk Işık’ın dilimize kazandırdığı “İşaret Memuru” kitabıyla oldu. Üç öyküden oluşan bu derleme içerisinde en çok ilgimi çeken ve kitaba da başlığını veren “İşaret Memuru” öyküsü oldu.
Öykünün radarıma takılmasının en önemli noktası şüphesi az önce bahsettiğim Viktorya Döneminin vazgeçilmez teknolojik gelişmelerinin başı çekeni yani “trenler” hakkında olması.
Trenler daima ilgimi çekmiştir. "Big Bang Theory" dizisindeki Sheldon misali, çocukluğumda oynadığım, elektronik sistemle dumanı tüten trenlerden “Railroad Company” gibi bilgisayar oyunlarına uzanan bir sevdam var trenlere karşı.
Öykümüz bir tren istasyonunda geçmekte. Öykünün tadını kaçırmayayım diye pek detaya girmeyeceğim ancak okuduktan sonra merak edenler için birkaç düşüncemi bu noktadan sonra belirtmek isterim.
Okuduğum bu üç öyküyle Dickens’ın romanlarında yaratmayı başardığı evreni öykülerinde oluşturamadığı kanısındayım. Belki o da benim lanetim gibi uzun uzun anlatmayı sevdiğindendir; onar sayfada çakılı kalınca eli kolu bağlanıyordur. “İşaret Memuru” dışında kalan, adları “Günbatımına Karşı” ve “Cinayet Davası” öykülerinde “hayalet” konusu biraz havada kalıyor. Daha çok adaletsizlik ve çaresizlik konusu üzerinde yoğunlaşıyor.
Gelelim “İşaret Memuru” öyküsüne. Trenler için en önemli şeylerden biri kesişim noktalarıdır. O esnada yapılacak en ufak bir hata, zamanların çakışmasına ve trenlerin kaza yapmasına yol açar. Bu noktaların başında duranlara işaret memuru adı verilir.
Öykü aslında biraz “malum olma” konusuna odaklanıyor. Bir insan öleceğini ya da nasıl öleceğini bilebilir mi? Bir yaşam döngüsünün nasıl sonlanması gerekir? Kimimiz huzurla kimimiz vahşetle tanışırız son dakikalarımızda. Öyküdeki işaret memuru aslında ikisine de vakıf oluyor. Aylar boyu gördüğü imgelerden kurtuluyor öldüğünde. Böylece huzura kavuşuyor. Ölüm şekli ise bir vahşet olarak kendisini buluyor. Acaba nasıl olurdu böyle sanrılar görmek? Buna katlanabilir miydik? Zaten zulüm olan yaşamı daha mı acı kılardı yoksa bir kurtuluş olduğu için sonu meşru ve kabullenilebilir mi kılardı?
İşaret memuru karakteri, bir çukurun içine saplanıp kalan insandır. Hayatımızı içinde bulunduğumuz çukurdan tırnaklarımızla kazıya kazıya bir delik açarak ya da çıplak ellerimizi kanatarak tırmanmaya çalışarak ışığa doğru yükselmeye çabalarız. İşaret memuru da ışığa doğru gitmek ister. Sanrılarından kurtulmak, eski huzurlu günlerine kavuşmak ister. Ama bence Dickens burada şunu sorar: “ Tüm bu sanrılardan artan zamanda bir çukurda yaşamaya mı devam etmeli insan yoksa buradan kurtulmak için ölümü bile göze almalı mı?”
Bu sorunun cevabı bizlere kalmıştır.
Comments