top of page
Yazarın fotoğrafıOnur YILDIZ

Orson Welles'in Gözleri

1938 yılında o zamanlar bir kısmı batalık olan vilayetinde, İç Savaş sırasında karargâh olarak kullanılmış evlerinden birisinde oturuyordu John Kane ailesi. Yükselen savaş ve Nazizm seslerinden dolayı rahatsızlardı. Her sabah olduğu gibi kahvaltılarını eden aile görevlerine dağılmıştı. Çocuklar okula gitmiş, John’un eşi Martha mutfak işlerine girişmişti. Bir tamircide çalışıyordu John. Geçen hafta bozulan kriko yüzünden bacağı bir araba altında ezilmişti. Kırık olmaması şans eseriydi. Şimdi öğlen saatlerini akşam gerçekleşecek radyo yayınına kadar şömine başında uzanarak, kitap, gazete okuyarak geçiriyordu. Atalarından miras kalan büyük burnunun üzerine kurulmuş gözlüğü iki de bir kaydıraktan kayan bir çocuk misali kayıyor ve John’nun sağ elinin başparmağı, kayan çocuğu tekrar kaydırağın tepesine yerleştiren bir baba gibi gözlüğü iki kaşının burnu ile kaynaştığı noktadaki çukura yerleştiriyordu.

Ekose gömleği ısınmasına yettiğinden, yeleğini çıkardı. Martha şarkı söyleyerek mutfaktan terfi etmiş, diğer ev işlerine geçmişti. Bir zaman sonra çocuklar okullarından döndüler. O gün başlarından hiç ilginç olay geçmemişti. John’un kolaylıkla hareket edememesinden dolayı sofra onun eksenine kuruldu. Radyo, düğmesine basılarak açıldı.

Genç bir çocuk türemişti son zamanlarda radyoda. Yaşına rağmen son derece tok bir sesi vardı. Radyoculuk için biçilmiş kaftan olan tonlamaları ile Kane ailesinin evine konuk oluyordu. Şu sıralar bu genç çocuk “The Mercury Theatre on the Air” adında bir program yapıyor, radyo programları seslendirmesinin yanı sıra haberlerin de bir kısmını kendine has üslubu ile veriyordu.

Yemeğin ortasında oldukları gibi radyo programı da sanki ortasından başlamış gibiydi. Yükselen sesler, tonlamalar, haykırışlar, bağrışlar arasında radyocu genç çocuğun sesi Marslıların dünyayı işgal ettiğini, Beyaz Saray’ın düştüğünü, Ulusal Muhafızların sirenleri çaldığını, kanın gövdeyi götürdüğünü büyük bir korku içinde anlatmaya başladı.

Ne yapacağını bilemeyen Kane ailesi, apar topar masadan kalkıp, tabağı çanağı yere çalıp, hareket edemeyen babalarının kollarına giren çocukların ağırlık altında kütürdeyen kemiklerinin senfonisi eşliğinde arabalarına koştular. Martha sürecekti arabayı, geriye dönüp hiçbir şey almak istemediler. Sadece hayatlarını kurtarmak istiyorlardı.

Radyodaki ses aslında bilimkurgu edebiyatının ustalarından H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” adlı romanının radyo tiyatrosu olarak uyarlanmış haliydi. Öyle gerçekçi kurgulanmıştı ki, Amerikan halkının büyük çoğunluğu bu olayı gerçek sanmış ve evlerinden fırlayıp bir can pazarı oluşturmuşlardı. Radyodaki sesin adıysa, dört yıl sonra, yirmi beş yaşında çekeceği filmle yetmiş yıldan fazla süre boyunca sinema otoriteleri tarafından “en iyi film” taç giyecek “Yurttaş Kane” filminin yönetmeni ve oyuncusu Orson Welles idi.

Welles için genellikle “en tepede başladı, oynaya oynaya aşağıya indi” denilir. Sekiz yaşında Shakespeare’in bütün oyunlarını ezbere oynayabilen bu çocuk evet, kesinlikle tepede başlamıştı. Küçük yaşında dünyanın “üçüncü sınıf” ülkelerini gezmiş, iyi bir eğitim almış, destekçi ama erken kaybettiği bir aileye sahip olmuştu.

Benim de hemen hemen her genç gibi Welles ile tanışmam tabii ki “Yurttaş Kane”in şanı ile oldu. VCD’sini edindiğim, dönemini düşününce hayran hayran baktığım kamera hareketleriyle karşı karşıya kaldığım ve bir müddet MSN şifremi bile “Rosebud” yapacak kadar beni etkilemiş, sinemayı daha sevmeme yol açmış bir film olmuştu.

2018 yılında belgesel filmleri ile tanınan Kuzey İrlandalı yönetmen Mark Cousins, benim gibi küçük yaşta tanıştığı ve kendisini çok etkileyen Orson Welles için bir belgesel çekti. Cannes Film Festivalinin “Klasikler” kısmında özel bir gösterim hakkı edinen belgesel birden fazla ödüle layık görüldü ve aday gösterildi.

Belgesel, Orson Welles’e yazılmış bir sevda mektubu. O bu dünyadan göçüp gittikten sonra neler olduğuna dair onun gözleriyle görme gayretini temeline alan, Welles’in gözleriyle neler gördüğünün izini süren bir belgesel.

Yaklaşık altı bölümden oluşan belgeselin bölümleri ise şöyle:

1- Kutuda ne var?

2- Piyon

3- Şövalye

4- Kral

5- Soytarı

Birinci kısım olan “Kutuda ne var?”da, Orson Welles’in kızı, Beatrice Welles ve Chicago Sanat Enstitüsü aracılığıyla elde edilen, fikirlerini, filmlerini çizerek çalışan Orson’ın eskizleri mevcut. Bu eskizlerin ışığında Welles’in gökdelen takıntısı, Van Gogh sevdası, minyatür galeriler, ışık ve kamera hareketleri gibi temalara eğilmiş Cousins. Cousins’in “Orson” derken sesinin aksanı dolayısıyla “awesome” yani “muhteşem” der gibi çıktığını da küçük bir detay olarak belirtmek isterim. Bu kısmın daha başında “Bak Orson, İkiz Kuleler artık yok!” cümlesi buruk bir tat olarak havada asılı kalır.

İkinci kısım Welles’in bireysel kimliğinin gelişimine odaklanan “Piyon” bölümü.

“Ben bir mesleğe ait bir birey olmaktansa kendimi beşeri âleme ait birisi olarak görürüm” diyor Welles. Kendisinin sanatçı kimliğinin aslında içinde yaşadığı dünya ile olan bağının bir yansıması olduğunun altını çiziyor. Bu kısımda Welles’in annesinden gelen politik duruşuna da tanık oluyoruz. Aslında tam bir politik duruş demek yerine “apolitik” bir duruş demek daha doğru olur. Welles’in annesi, Chicago’da yoksullara yardım etmek için ilk adımı atanlardan birisi.

Eskizler burada da gündemde kalmaya devam ediyor. Orson’ın tıpkı Balzac gibi müthiş bir gözlemci olmasından, İrlanda’ya ziyareti sırasında –ki yönetmenin memleketinde de bir süre kalmış ve buranın en meşhur tiyatrolarında vakit geçirmiş- çizdiği yüzlerin, Fas ziyareti sırasında çiziktirdiği karakterlerin, açıların nasıl filmlerinde can bulduğunu görüyoruz. Sevilla’da bir çingene mahallesinde vaktini geçirirken, iç içe geçmiş kültürlerin Welles’in sanat anlayışına nasıl bir etkisi olduğunu, radyoculuğa neden ve ne kadar önem verdiğini, bu doğrultuda insanların “vicdanının sesi” olmak istediğini anlıyoruz.

Shakespeare’i çocukluğundan beri baş tacı yapan Orson Welles,Harlem mahallesinde tamamı siyahi oyunculardan oluşan bir Macbeth sahneye koymuş. Bugün insan haklarının daimi abidelerinden biri olması gereken bu tiyatronun yerinde maalesef apartmanlar var. FBI’ın kurucusu diyebileceğimiz J. Edgar’ın Welles’i kara listeye aldıracak kadar yardım eli uzatan bir yapısı var Orson’ın. “Officer X” adını verdiği, bir siyahinin gözlerini kör eden bir polisi yaşamı boyunca arıyor. Kendisine çağrılarda bulunuyor ve enteresandır ırkçılığın en yüksek semalarda gezindiği bir dönemde düşmandan çok dost ediniyor.

Üçüncü kısım “Şövalye”, Welles’in çağının dışında bir dünyada yaşadığını gösteriyor zihninde. Welles gerçekten de bir şövalyedir. Okudukları, izledikleri ve düşünceleriyle. Kendisini de bu şekilde tanımlamaktadır. Yıkımla aşk arasında mekik dokur Welles. Othello’su, esinlendiği resimlerin filmlerine etkisi ve katkısı tartışmaya yatırılır. Öyle bir gözle seçmiştir ki Welles bir “klik” sesi duyar gibi oluruz. Her şey Orson’ın mekanizmasında yerli yerine oturmuştur. Dev bir makinedir o.

Dördüncü kısım olan “Kral” bölümünde Welles’in kalite takıntısına göz atarız. Kendisini “aktörlerin kralı” olarak tanıtır bize. Buna inanmıştır. Oyunu da sözleri de büyüktür. Cüssesi gibi güneşi örter ve sadece onu görürüz. Setlerde kendisine kraliyete aitmiş gibi davranılmasını ister. Kendini lanetlemiş midir Orson Welles? Her lanet kötü anlamda mıdır? Bence hayır. Welles’in laneti iyi huyludur. O laneti sayesinde, takıntıları, yüceliği sayesinde günümüzde halen kendisinden bahsetmekteyiz.

Beşinci kışım “Soytarı”da is, Star Wars’un orijinal üçlemesinde Asi pilotu “Red 4” karakterini oynamış olan Jack Klaff’ın sesini duyarız Orson Welles olarak. Bu seçimi hem doğru buluyorum hem de bulmuyorum. Orson Welles’in düşüncelerinin kendisininkine benzeyen bir ses tarafından tarafımıza iletilmesi çok hoş fakat belgeselin inandırıcılığını kaybettiren bir seçim olduğu da su götürmez bir gerçek. Klaff, Welles olarak belgesel boyunca kendisine yöneltilmiş sorulara cevap veriyor. Bunlar tabii Orson’ın röportajlarından ya da defterlerinden alınmış kısımlardır.

Welles’in yıllar önce kızına yazdığı mektubun zarfının boş çıkması, kendisini Kabil ile karşılaştıran sanatçının tatlı bir şakası gibi görünse de bana sorarsanız kızına öldürücü bir darbe vurmuştur. Yıllarca beslenen umudun bir boşluk olması yeterince üzücüdür.

Belgeselin sonunda Mark Cousins bize şunu söyler: “Senin filmlerin eskiz defterlerindi Orson”. Evet, gerçekten de öyledir. Welles dünyasını görmüş, çizmiş ve filme çekmiştir. Paha biçilemez eskizler bunun kanıtıdır. Hatırlanmak isteyen bir şövalye olarak öteki dünyaya göçen, “asla bal yapmayı bırakmayan arı” olan Orson Welles’in rüyaları gerçek olmuştur.

16 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page