top of page
Simay Turan

Fransız Edebiyatı’nın Az Ünlüleri: Laurent Genefort - Lum’en

Bir edebiyatçı için “dünyaya mal olma”nın tam olarak ne demek olduğunu bazen düşünürüm. Sanıyorum insanlık için önemli ve çözülmesi zor -ya da imkansız- bazı felsefi sorunları işleyen, ya da insanlığın ve toplumun eserin verildiği dönemdeki durumunu konu alan yapıtlar muhtemelen bu şekilde konumlandırılıyor. Benzer biçimde bilimkurgu, fantastik ve polisiye gibi ilk bakışta gerçeklikten uzak görünen “önemsiz” konuları işliyor gibi gözüken pek çok yapıt türü çok yakın bir zamana kadar paraliteratür olarak adlandırılıyordu. “-para” ön ekinin “dışında” gibi bir anlama geldiği düşünüldüğünde bu tür yapıtların aslında edebiyattaki bildiğimiz sınıflandırmaların dışında kabul edildiğini, kısacası neredeyse adlandırmaya değer olmadığını görüyoruz. Neyse ki bu yanlıştan kısa zaman önce de olsa dönüldü, çünkü artık türsel sınıflandırmaların da önemi kalmadı. Polisiyenin içinde bilimkurgu, postmodern kurgunun içinde fantastik gibi pek çok kombinasyonu her gün görür olduk.


Konu yine dağılacak gibiyken ben de hemen bu yanlıştan dönerek şunu söyleyeyim; Türkiye’de Fransız yazarların yalnız “dünyaya mal olmuşları” tanınıyor. Kimi eserler yıllardır dilimize çevriliyor ve her yerde yorumlanıyor, yazılıp çiziliyor, üstlerinden binlerce kez geçiliyor. Eminim Albert Camus’nün Veba’sını, Honoré de Balzac’ın Vadideki Zambak’ını, Victor Hugo’nun Sefiller’ini duymayanınız yoktur. Bu eserler Türkler için de kültleşmiş, hatta bazı yönleriyle dilimize ve popüler kültürümüze (!)[1] dahi yerleşmiştir. Söylenmişleri tekrar etme olayına oldukça tepkili olduğumdan bunun yerine henüz dilimizde söylenmemişlerden söz edeceğim bir yazı serisi yapmak istedim. Serinin ilk yazısında da Fransızların zayıf olduğu bilimkurgu alanından bir yazar ve eserini, eserin sürprizini bozmamaya çalışarak sizlere tanıtmak isterim.


Laurent Genefort 1968 doğumlu Fransız bir bilimkurgu yazarı. Fransa bilimkurgu dünyasının en önemli ödüllerinden l’Imaginaire’in de 2016’daki sahibi. Dilimize çevrilmiş tek eseri ise Lum’en adlı roman. Kızılküre gezegeninde yaşamını sürdüren varlıkları anlatan roman günümüzden yüz binlerce yıl sonrasında geçiyor. Bir bilimkurgu yapıtından beklentimiz olan yapay zekâ, gelişmiş teknoloji, gen kontrolü, biyoetik, kolonileşme gibi pek çok temayı içerisinde görebiliyoruz. Kitabın başlığına da adını veren Lum’en isimli canlı ise kurgunun en ilginç karakterlerinden diye düşünüyorum. Lum’en gezegenin toprağının derinliklerinde yaşayan, solucan benzeri varlıkların örerek oluşturduğu bir çeşit ağ aracılığıyla gezegende olup biteni gözlemleyen bir varlıktır. Ancak zaman kavramını bizler gibi deneyimlemez: Kendi deyişiyle hikayesi bundan bir “sonsuzluk önce”sine dayanmaktadır. Zamanında uzaydaki bir solucan deliğini kendi istekleri doğrultusunda kullandığı için cezalandırılarak Kızılküre gezegeninin dibine gönderilir ve burada yaşamaya bırakılır. (Bu arada bu karakterin hikayesi bana yasak meyveyi yiyerek dünyaya gönderilen Âdem ve Havva’ya bir gönderme gibi gelmişti.) Bir sonsuzluk boyunca uyuyan bu yaratık Kızılküre’ye insanlar ayak bastığında uyanır ve onlarla iletişim kurmaya çalışır. Olaylar onun etrafında ve ondan bağımsız olarak gelişir, ancak Lum’en’in varlığını romanın her yerinde, bir iki sayfalık ani ortaya çıkışlarla hissederiz. Olayın kurgusuna odaklanmak yerine ben yalnızca yazarın neyi vurguladığından, dolayısıyla neyi amaçlamış olabileceğinden söz edeceğim.


Kızılküre’de üç tür canlı yaşar; bunlar Pila adı verilen yerel halk, gezegeni kolonileştirmek için dünyadan gelen insanlar ve gezegenin şüphesiz en güçlü canlısı, hatta sahibi diyebileceğimiz Lum’en’dir. Bu canlıların yaşam döngüleri kimliği gizli, olayın dışında, romandaki her canlının bilincine erişebilen üçüncü bir kişi tarafından, anlatıbilimci Gérard Genette’in deyişiyle tanrısal anlatıcı tarafından anlatılmaktadır. Başta bize klasik bir roman anlatıcısı olarak görünen bu anlatı biçemi, çoklu bakış açıları sunması dolayısıyla alıştığımız tanrısal anlatıcıdan ayrılır. Bir sürü bölüme ayrılmış olan romanın her bölümünde gezegende yaşayan başka bir gruba odaklanılır. Bölümler değiştikçe anlatı odağı da değişerek, spot ışıklarına benzetebileceğimiz bu odak her seferinde öteki canlı grubuna çevrilir. Bu durum da bizi başka bir sonuca daha götürür: odağımız artık gezegenin “en güçlüsünde” değildir. Az önce bahsettiğimiz sonsuzluktan beri yaşama, solucan deliklerine müdahale edebilme gibi sınırsız güçlerine rağmen anlatının Lum’en’i vurguladığı bölümler 283 sayfalık romanın yalnızca 14 sayfasını oluşturur. Başka türlü söylemek gerekirse roman evreninin en güçlü canlısı, adını başlığa verebilmeyi başarmış Lum’en romanın odağına alınan karakter olmaz. Dahası, Lum’en karakteri anlatının zamansallığıyla oyunlar oynar. Lum’en’in Kızılküre’ye geliş hikayesinin, bilinç akışının, duygularının ve amaçlarının konu edildiği bölümler, romanın son derece kronolojik giden bölümlerinin arasına serpiştirilir. Sanki “diğer varlıklarla ilgilenmeyi bırakın da beni okuyun, bana bakın” der gibidir. Ancak Genefort buna izin vermez. Dikkatleri üzerine çekmek istercesine bölümler arasında beliren Lum’en, zaman kavramını yenmiş olmasına rağmen spot ışığını üzerinde tutamaz. Lum’en yaşamının tamamı ya da bir bölümü Kızılküre’den geçmiş bir varlıktır yalnızca, tıpkı diğerleri gibi. Şunu da ekleyelim: insanları odağa alan bölümlerde özgün ve az duyulmuş birçok özel isimle karşılaşırız ve ilerleyen bölümlerde bir ismi neredeyse bir daha görmeyiz. Bu da ana karakter ve yan karakter ayrımı yapmayı bile güçleştirir.


Kısacası Fransız Edebiyatının az ünlülerinden Laurent Genefort geleneksel gözüken bir anlatıyı eğip büker, onu alıştığımız bağlamdan koparır ve bambaşka bir anlamla donatır. Gezegenin sözde en güçlü varlığını filozof Rosi Braidotti’nin deyişiyle “mutlak merkezin dışında”[2] bırakır. Biz bu yeni merkezsizlik ve odaksızlık eğilimini felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi pek çok disiplinde ortak olan posthümanizm[3]terimiyle adlandırıyoruz. Bizim gezegenin tarihi çoğu zaman “insanlık tarihi” olarak anıldığına göre gezegenimizin sözde en güçlü varlığı insanmış. Size bir haberim var: dünya artık uyanıyor, odak değişiyor, insan dışı varlıkların da sözü geçmeye, esamesi okunmaya başlıyor. Hepimiz niye evlerimizdeyiz sanıyorsunuz? Madem o kadar güçlüyüz, maskeleri çıkarıp sokağa çıkma zamanı. Neden mi çıkamıyoruz? Cevap her zaman posthümanizmdi, bunun yeni yeni farkına varmış olmak insanlık tarihinin önemli bir hatası olsa gerek. Genefort’a bize bunu tekrar hatırlattığı için teşekkür ederiz. Bu yazıyı okuduğunuz birkaç dakikalık bir zaman diliminde de olsa kendisi artık biraz daha ünlü.





[1] https://www.youtube.com/watch?v=KGTZwi70vTY [2] Kaynak: İnsan Sonrası – Rosi Braidotti, 2014, Kolektif Kitap. [3] Bu terim ilerleyen yazılarda o kadar açıklanacak ki içiniz dışınız posthümanizm olacak. Şimdilik sadece “yeteri kadar” ele almayı tercih ettim.

53 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2 Post
bottom of page