2003 yılında Sertab Erener’in ülkemize kazandırdığı, düşündükçe tüylerimizin diken diken olmasına sebep olan o muhteşem birincilikten beri daha da anlamlı hale gelen Eurovision’u, ülkemizin anlaşılmayan sebeplerden ötürü katılmamasına rağmen hala her yıl büyük bir zevkle izlerim. Geçen yıl pandemiden dolayı iptal edildiği için bu yıl yarışmayı adeta ekrana yapışarak izledim. Aslında hiç masum değil bu Eurovision, arka planında komşinin komşiye 12 (en yüksek) puanı vermesine neden olan birçok küçük siyasi hesap dönüyor. Örneğin kurucu ülkeler (İtalya, İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya) yıllardır çok düşük puan aldıkları için puanlama sistemi baştan aşağı değiştirildi. Ayrıca İngiltere bu yıl hem profesyonel jüriden hem de halk oylamasından 0 alarak Brexit’in bedelini sanatıyla ödedi, üstelik gerek müzikal gerek görsel hiçbir alanda İngiltere’yi geçemeyecek pek çok performans bu komşilik ilişkisinden dolayı ilk 10’da yer aldı. Neyse, Eurovision dendiğinde bunlara şaşırmıyoruz. Ben başka bir konuya değineceğim.
Eurovision kelimesi “Avrupa vizyonu” gibi bir anlam taşıyor. Benim için bu niteleme birden fazla anlama geliyor, daha doğrusu metamorfoza uğramış bir anlamdan söz ediyorum. Açıklayayım:
Öncelikle “Avrupa vizyonu” adlandırması her toplumun kendine özgü Avrupalılığının vurgulanmasına işaret olabilir. 1973’e kadar olan Eurovision’larda her ülkenin kendi resmi dili dışında herhangi bir dilde şarkı söylemesi kesinlikle yasaktı, kural gevşetildikten sonra dahi pek çok ülke kendi dilinden ve kültüründen şarkılarla yarışmaya devam etti. Bu tavır aslında oldukça postmodern, çünkü postmodern estetik normları reddeder. Tek doğru yoktur, gerçeklik söylemler tarafından inşa edilir. Bir yapılan tekrar edilmez, ortak bir estetik gözetilmez, herkes kendi kendinin avangardıdır. Bu sayısız üretimler ve olasılıklar ise büyük bir mozaiğin parçaları gibidir. Postmodernizmin 1950’lerden itibaren tartışılmaya başlandığı düşünülürse benim fikrim başlangıç noktasının bu olduğu yönünde. Ancak postmodernizmi bile artık post-postmodernizm gibi başında birçok ön ek olan çeşitli terimlerle ifade ettiğimizden, Eurovision’un bu yaklaşımı da müzelik oldu diyebiliriz.
“Avrupa vizyonu”nu ortak bir paydayı, “Avrupalılığı” madden ya da manen paylaşan toplumların ortak bir ifadesi olarak da görebiliriz. Son yıllarda Eurovision şarkılarında görülen aşırı Amerikanlaşma (Fransız ülkeleri genelde bunun dışında kalıyor, çünkü Fransızca Avrupa’da en çok konuşulan ikinci dil olmasının yanında -bence- kültür dili tacını elinden geldiğince koruyor) müziği tekeline almış Amerika etkisinin Avrupa vizyonuna yansıması gibi. Tuhaf olan şu: postmodernizmin ortaya çıkışından bu yana “klişeleşme”ye, “tektip”leşmeye karşı söylemler üretmeyi sürdürüyoruz, yani kendi sesimizi duyurma derdindeyiz, ancak ortak bir kültürel normdan da tamamen uzaklaşamıyoruz. Bu dengeyi iyi kuran adaylar da günün sonunda yarışmadan mutlu ayrılıyor. Ayrıca bu yıl feminist ve ırkçılık karşıtı posthüman söylemlerin Eurovision’un ortak kültürel normunun bir parçası olduğunu da eklemeden geçemeyeceğim. Böylece ortaya dün akşam beni televizyon ekranıma adeta yapıştıran ilginç birkaç durum çıkıyor:
Bu yıl kazanan İtalya’nın şarkısına bakalım:
Şarkı jüri oylarıyla ilk 3’e giremedi ama izleyici oyu onları 1. yaptı. Şarkıdaki otantikliğin sebebi ise bana sorarsanız şarkının dilinin İtalyanca olması, zira bana Franz Ferdinand’ın Take Me Out’unu hatırlatıyor:
Söz ettiğim dengeyi hiç ama hiç ayarlayamayan Malta’ya da göz atalım. Kültürel hiçbir vizyon göremediğimiz şarkının -sözlerindeki feminist ve dünyaya duyurulması gereken mesajları olayın dışında tutuyorum- solist kızcağız Nicki Minaj, Dua Lipa ve Ariana Grande’nin tuhaf bir melezi kılığında sahneye çıkarılmış gibi duruyor:
Azerbaycan’a gelince, Mata Hari gibi feminist bir figürü geleneksel birtakım kalıp melodilere oturttuğunuzda ortaya tekinsiz bir söylem, ilginç bir enstalasyon çıkmış. Her ne kadar postmodern, hatta post-postmodern olsak da ortak bir estetiğin stabil ve güvenilir ortamını arıyor olabiliriz. Bence Azerbaycan bundan kaybetti. Hollanda’da doğup Fransa’da ölen bir casus, Hindistan’da da doğsa, dansçı da olsa, Hint müziği eşliğinde Azerbaycan’ı temsil eden şarkının adı olunca söylemler karışmış. İş müziğe gelince o kadar da post-postmodern değilim herhalde, izlerken “kimliğin, kimliğimiz nerede aybalam?” demekten alıkoyamadım kendimi. Feminist bir söylem mozaiğinin parçası olalım derken meseleyi biraz öteye götürmüşler sanki.
https://www.youtube.com/watch?v=5ZVC6f9cXKk (Şarkıyı müzikal açıdan özgün bulsaydım bu kadar ağır konuşmayacaktım.)
Gelelim Ukrayna meselesine. Beni buz gibi havada dağ taş gezer gibi hissettiren şarkıları şu:
Dillerini ve kültürel dokularını net olarak gösteren bu ayini andıran şarkı bence çok daha iyisini hak ediyordu, ancak buradaki problem galiba şarkının Eurovision’un az da olsa gerektirdiği ortak kültürel normların hiçbirine uymaması. Görsel olarak ise cyberpunk bir tundrayı andıran sahnede kartal gibi bir abla beni alıp uzaklara götürebildi.
Edith Piaf’ı kopyalama yöntemiyle yarışmaya dahil olan Fransa’nın ise nasıl 2. olduğunu size şu anlattıklarım doğrultusunda anlayabilmem mümkün değil:
Size tüm bu anlattığım Avrupa vizyonu ve post-postmodern söylemler az biraz mürekkep yalamış bir müzikseverin mütevazi görüşleri olmaktan öteye gitmiyor, çünkü itiraf etmek gerekirse müzik zevkim hala ağır 70, 80 ve 90’lı yılları içeriyor. Dolayısıyla benim birincim ABBA’nın havasını, Daft Punk’ın tınılarını dünyalar tatlısı bir biçimde sahneye koyan İzlanda oldu :
İlerleyen yıllarda Türkiye’yi de bu sıradışı mozaiği tamamlarken görmek isteriz, zira hatırladığımız kadarıyla kendisi bu işi oldukça iyi yapıyordu:
Müzikle kalın.
Commentaires