top of page
Yazarın fotoğrafıOnur YILDIZ

Asıl "canavar" kim?

5 Ağustos sabahıydı. Yıl 1852. Birincisi olucam derken üçüncüsü bile sadece ismen olan Louis Napoléon Bonaparte, bir düşün insanını kovmuştu topraklarından.

Onu taşıyan kadırga yavaş yavaş yanaştı ahşap iskeleye. Sular güverteye ve iskeleye sıçrıyor, balıkçıların parça pinçik kıyafetleri ıslanıyordu. Kadırgadan uzun bir tahta çıkarıldı, iskeleye değdirildi ucu. Sabah ayazı ısırıyordu tahtayı, kadırga sallanıyordu beşik gibi gıcırtıyla.

Dev gibi bir adam indi. Elinde bir bavul. Tekerlekli filan değil şimdiki gibi. İple tutturulmuş, tahta bir bavul. Sabah ayazı yeni avına baktı. Şöyle bir toparlanıp fırladı yıldırım gibi adamın üzerine. Dev, kıpırdamadı bile. Sadece uçuştu alnını açıkta bırakarak yana yatırılmış saçları. Üç beş tel başkaldırdı ayaza. Ayaz anladı bir şey yapamayacağını, rahat bıraktı devi.


Victor Hugo, Jersey'de

Gıcırtılı tahtayı esneterek attı adımlarını dev.

Victor Hugo sürgününün üç yılını geçirmek için Jersey adasına ayak basmıştı. Kokladı havayı. Temizdi. Sevdi. Kim bilir neler düşünüyordu. Saint Helier oteline yerleşti.

İnsanların gördüğü en dev insan değildi belki de adada. Ama en “canavar” zihin ondaydı. Bu canavar zihni iyiye kullanmasını bilen yegâne insanlardandı.


Victor Hugo, Jersey'de.


Jersey Adası, Hugo’nun bir başka sürgün yeri olan Guernesey adasının kardeş adasıdır. Britanya ve Fransa arasındaki engin ama bir o kadar da dar denizde salınır dururlar iki kardeş. Adanın çok büyük olduğu söylenemez.

Ancak efsanelerinin yüz ölçümünden büyük olduğu söylenebilir.

Jersey Adası mutlu mesut devam ederken yaşamına, 1925 doğumlu, iri gözlü, ince kaşlı, çarpık burunlu, dudağının üzerinde Hitler- Tarkan arası bir bıyığa sahip bir adam 1960-1971 yılları arasında tüm huzuru kaçıran korku rüzgârları estirmiştir. Başına kauçuk bir başlık geçirerek geceleri evlere giren, kadınlara ve çocuklara musallat olan korkunç bir katildir Edward Paisnel. Karısı Joan’ın kurduğu yardım derneğinde bir keresinde “Noel Baba” kılığına girip çocukları bile eğlendiren bu adam, adanın tarihinde iğrenç bir lekedir.

Tam 11 yıl boyunca yakalanamamış, Jersey gibi küçük bir adada insanları korku içinde yaşamaya mahkûm etmiş, kanıtlanan 13 cinayet, tecavüz ve işkence mağduru insanın yaslı ailelerini ardında bırakmıştır.

Paisnel’in hikâyesinden yola çıkan Michael Pierce, film öncesinde yaptığı başarılı reklamlarla ün salmış bir yönetmendi. İlk uzun metraj filmi için Paisnel’ı seçti ama hikâyeyi birebir anlatmak yerine bambaşka bir düzleme oturttu. Kendisi de zaten Jersey Adasında bir süre yaşamıştı.

2017’de Toronto Film Festivalinde prömiyerini yapan "Beast" eleştirmenden tam not almış, birçok ödülü hanesine yazdırmıştı. Benim de uzun zamandır listemde olan bu filmi oturup izlemek 25 Mayıs tarihine nasip oldu.

Yazının bu kısmından sonrası film hakkında sürpriz bozanlara yer vereceğinden, izlemeden okumayı bir daha düşünmenizi öneririm.

Filmin senaryosunu da kaleme alan yönetmen Pierce bana kalırsa “Asıl canavar kim?” sorusunu sormak istiyor. Jessie Buckley’nin hayat verdiği Moll karakteri, son derece baskıcı bir ailede, küçücük bir kasabada bütün dürtüleri baskılanmış şekilde yaşama savaşı verir. Annesi Hilary (Geraldine James) son derece katı kurallara sahip, bir yandan da çocuklarını birbirinden ayrı tutan bir annedir. Babası, demans hastalığı ile mücadele etmekte, boşanmış abisi eve hayat kadını almak için ikide bir çocuğunu eve bırakmaktadır.

Moll’ün bu zehirli çevresi dışında uğraşması gereken, aslında sadece Moll’ün değil tüm ada halkının uğraşması gereken bir seri cinayet vakası vardır. Moll’ün kardeşi de bu cinayete kurban gidenlerden birisidir. Evde kimi zaman bu konu dile getirilmekte kimi zaman da üstüne hemen toprak atma vesilesiyle kapatılmaktadır.

Moll, tüm bunlar içerisinde boğulmakta, kendi doğum gününden bile zevk almamaktadır. İnsanların ona bakışı ya acıyarak ya da fethedilecek bir kara parçası olarak görmekten ibarettir. Doğum gününde bunalıp bir bara gider. Özgürlüğüne kavuşmak adına zincirlerini kırmak ister. Ama birlikte eğlendiği adam, sabah olunca kendisine Moll istemese de asılmaya başlar. Jersey Adasının harika doğasının yosun tutmuş bir kayalığında bir tüfek sesi kurtarır Moll’ü.

Pascal Renouf (Johnny Flynn) Moll’ün karakterinin tam tersi özelliklere sahiptir. Yüzü yara bere içinde, kaçak avcılık yapan, annesiz babasız, oradan oraya savrulan, vahşi, özgür bir karakterdir. Pascal’ı Moll için çekici yapan tüm bu özellikler, ikisini aşk, ihanet ve çarpık bir ilişki ağına atacaktır.

Şimdi gelelim “Asıl canavar kim?” sorusuna. Maalesef her çocuk şanslı büyüyemiyor. Tartışmaların, şiddetin, istismarın odağında kalabiliyor ya da odak olmasa da ucundan kıyısından bu duruma bulaşıp korkunç yıllar geçiriyor ve sonrasında bu zehri dışarıya hareketleri ve görüşüyle akıtabiliyor.

İşin daha kötüsü bir rahatsızlığı varsa “aman elalem ne der” diyerek üzerine gidilmiyor, kardeşi, kardeşleri varsa kayrılıyor ya da kayrılmıyor, kendi kaderine terk ediliyor.

Pascal ve Moll de “Mr. Hyde” sendromu tarzı bir rahatsızlığa sahipler. Pascal, Jersey canavarının ta kendisi. Moll bunu ortaya çıkarıyor ama Moll’ün bu canavar olmadığı ne malum? İşte bu soru bizi biraz “evet” tarafına daha da yakınlaştırarak filmin sonunda havada kalıyor.

Moll, küçükken zorbalık gördüğü bir kızı, kendisini savunmak maksadıyla makasla yaraladığından bahsediyor, kendisini evlere giren ve kadınlara saldıran katil olarak görüyor. Kimi akşamlar, kazılmış bir mezarda toprağa bürünerek uyuyor. Sabah olduğunda ise hiçbir şey hatırlamıyor. Aslında Hyde yerine “kurt adam” demek daha doğru olacak sanırım burada. Çünkü hareketlerinde, eylemlerinde müthiş bir pişmanlık var olsa da yaptıklarından, yapacaklarından geri asla kalmıyor. Kendisi zaten filmin daha başında “katil balinalar” hakkında bir yorum yapıyor. Bu kısmı özellikle sevdim çünkü gülümseyen bireylerin taktıkları maskenin altındaki karanlığı ön plana çıkaran enfes bir tespit. Moll şöyle diyor:

“Çocukken katil balinaları saplantı haline getirmiştim. Sürekli gülümsüyorlar sanki. Okyanusta binlerce mil katederler bir günde. Ama tutsakken ses dalgaları duvarlardan seker, sağırlaşır, serseme dönerler. Hatta bazıları delirirler. Bir balinanın kurtulmaya çalışırken bütün dişlerini kırmaya çalıştığını okumuştum. Tutsaklığa dayanamamış. Artık gülümsemek istememiş.”

İşte bu monolog, Moll’ün ve Pascal’ın içine sıkışıp kaldığı durumu harikulade anlatmaktadır. Doğaya, yabana dönme hayali kuran, kapana kısılmış insanlar.

Pascal, bu dürtüyü kontrol etmeyi öğrendiğini söylüyor. Kontrol etmeyi de kaçak avlanmada buluyor. Öldürme arzusunu tavşanların kafasını ezerek, baykuşları vurup öldükleri yerde bırakarak tatmin ediyor.

Toplum oldukça zehirli. Bizi “insan” olma çizgisinden bir milim bile saptırıp, vahşetin kanlı kollarına teslim olmamızı çok basit bir şekilde mümkün kılabiliyor. Bana kalırsa Moll ve Pascal çevresinin kurbanları. Göz ardı edilmiş rahatsızlıkları, dışlanmışlıkları, küçük yerin camsız duvarları üzerlerine kapanırken yardım çığlıklarını kimsenin duymaması bu iki karakterin içerisindeki “can alma” içgüdüsünü bastıramıyor. Onlar bir kaçış olarak görüyorlar can almayı. Aldıkları her can bir nefes onlar için.

Şimdi size soruyorum; “Asıl canavar kim?” Onlar mı yoksa toplum mu?

22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commenti


Yazı: Blog2 Post
bottom of page