top of page
Tunay ŞENDAL

KENT UYGARLIĞI VE DEMOKRASİ

Bir yerleşim birimi ve yaşam biçimi olarak Kent, halk arasında şehir karşılığı olarak da kullanılırken demografik ve idari ayrıca sosyo-ekonomik ve kültürel olarak da çeşitlilik arz eden tanımlamaların kapsamı altına girmektedir. Demografik ve idari perspektifteki kent kavramı tanımlamasında; nüfus büyüklüğü ölçütü temelinde ve yerleşim birimlerine atıfta bulunarak idari alanı öne çıkaran bir açıklama hâkimdir. Sosyo-ekonomik ve kültürel bakımdan ise kent; toplumsal yaşamın mesleklere, işbölümüne, farklı kültür kesimlerine göre düzenlendiği, kurumsallaşmaların arttığı ve homojen insan ilişkilerinin gündelik yaşamı etkilediği yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır. Max Weber’in yorumuyla bir yerleşim bölgesinin kentsel toplum olabilmesi adına beş temel özelliği taşıması gerekir. Bu özellikler; mahkeme veya bölgesel yasalar, kısmi bir ekonomi, pazar, özerk bir yapı, savunma için bir kale ve bir arada yaşama durumudur. Emile Durkheim, kenti dayanışma ve işbölümü kavramlarıyla ilişkilendirerek kentleri iş hayatının merkezi olarak ifade etmektedir. Louis Wirth ise kent kuramının çerçevesini çizerken örgütlü kent yaşamının, eko-sistematik ve sosyo-politik özelliklerine değinmiştir.


Neolitik (Yenitaş) Devriminde tarımın ortaya çıkmasıyla başlayan süreç, Mezopotamya’da kent-devlet yapılarının tezahür edişiyle devam ederken Avrupa’da ise, sulama ve tarımsal alet yetersizliğinden ve çamurun tabakalaşmış zemininin yarılamaması, verimsiz olan Avrupa toprakları üzerindeki tarım alanlarını daraltmıştır. Merkeziyetçi bir tek otoritenin hâkimiyet alanı bulamadığı ve böylelikle özgür düşünce ortamının hayat sahası bulabildiği İyonya’da ise, modern bilim filizlenmiştir. M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda ise Grek Yarımadası İyonya’yı geride bırakmıştır. Bu çağlarda, Mezopotamya’da toprakla uğraşan, siyaseten uzak, yönetici sınıfınca baskı altında tutulan bir toplum mevcutken Grek Yarımadası’nda ise kent-devletleri ilk demokratik yönetimlerini inşa etmiştir. Grek medeniyetinin zamanla siyasi ve sosyal yapısının Ortadoğu uygarlığının düşünce ve davranış kalıpları içinde asimile olmaya ve ayırt edici özelliklerinin yitmeye başladığı dönemde; “Helenistik Dönem” adı verilen ve Greklerdeki kent-devletten daha çok geniş bir siyasi yelpazesi olan Makedonyalı Büyük İskender’in uygarlığı tarih sahnesine çıkmıştır. Makedonya İmparatorluğu arkasında yeni bir imparatorluk gücünün kolaylıkla Grek Yarımadası ve Makedonya’ya kadar olan toprakları denetim altına alma mirası bırakmış ve İskender’in Helen mirasçısı olarak Roma İmparatorluğu döneme damgasını vurmuştur.


İnsanlık tarihinde olduğu kadar, kent uygarlıklarında da etkili olan din unsurunun da önemine bu noktada ayrıca değinmek gerekmektedir. M.S. 1. yüzyılda yayılmaya başlayan Hristiyanlık, Budizm ve Hinduizm gibi dinler sosyolojik yapının en önemli değişim dinamosunu oluşturmaktadır. Üç inanç sistemi de gelişen ve yayılan kentlerdeki hâkim resmi ilişkilerin tümüne ve insanların duyarsızlığına dair adeta bir cevap niteliği taşımıştır. Bilhassa Roma döneminde yaşanan ekonomik sorunlar, kentlerdeki, Hristiyanlık dininin hızla yayılmasına sebep olmuştur. İmparator Constantinus’un Hristiyanlığı kabul etmesinin ardından papalık, bir kurum haline gelerek önemli bir güç merkezi sıfatına bürünmüştür. Ardından monarkların ve papanın arasında dönen iktidar mücadelesi, Roma İmparatorluğu’nun dağılmasıyla Ortaçağ Avrupa’sında papalık kurumunu başat güç haline getirmiştir. Diğer taraftan, 6. Yüzyılda Doğu’da Mekke’de, Hz. Muhammed vasıtasıyla İslamiyet doğmuştur. Mekkeli nüfuz sahibi kabilelerin baskısıyla, olan Medine’ye göç eden Hz. Muhammed, buradaki halkın daha uygar oluşu ve tek tanrılı dinlere daha sıcak olmasının da etkisiyle, Hristiyanlık ve Yahudilik inancına karşın İslam dinini tebliğ etmeye başlamıştır. Konar-göçer yaşamı terk ederek tarım ve ticarete atılan ve eski yaşam tarzını yeni hayat biçimleriyle entegre edemeyen Arap toplumu arasında hızla yayılan İslamiyet, farklı milletler ve kültürler tarafından da kabullenilerek uluslar arası bir inanç kimliği kazanmıştır.


Kentlerin insanlık tarihinde başrol haline geldiği süreç ise Sanayi Devrimi olmuştur. Sanayi Devrimiyle birlikte mekanik gücün kullanılmaya başlaması İnsan emeğinin yerini makinelere bırakmıştır. Bu doğrultuda Sanayi Devrimi kentlerdeki hayatı da değiştirmiştir. İkinci Kent Devrimi olarak adlandırılan ve yoğun üretimin ortaya çıktığı bu dönem; üretimin değişmesi neticesinde, makinelerin hâkim olduğu bir hayat tarzını ve emek-yoğun ilişkisinden sermaye-yoğun üretim anlayışını getirmiştir. Maliyetli olan bu yeni devrim; küçük sanayiyi devirerek işçileri makinelerin emrine sokarken makinelere sahip olan patron sınıfını doğurmuş dolayısıyla üretim ihtiyacını karşılamada, yeni makineler alamayan küçük aile şirketleri iflas etmiş ya da küçülmüştür. Her türlü ekonomik, sosyal ve çevresel neticeleriyle yoğun bir tenkit dalgası altında kalan sanayileşme, olduğu gibi kabul edilmiştir.


Kent, uygarlığın bir neticesidir. Kentlerin ortaya çıkışını uygarlıkların doğuşuyla özdeşleştirirken bu bağlantıyı sosyolojik ve tarihsel bir çerçeveyle ele almak gerekmektedir. Kentlerin ortaya çıkışını medeniyetlerin tezahürüyle aynı paralel düzlem içerisinden başlatırken uygarlıkların tarihine kentlerin tarihi olarak bakılması gerektiği unutulmamalıdır. Bu doğrultuda ilk medeniyetleri, kent uygarlıkları olarak yorumlamak ve kentlerin, insanların yerleşik düzene geçmesiyle ortaya çıkmaya başladığını temellendirirken gelişmiş kültürlerin genel olarak kentlerde doğduğunu ifade etmemiz gerekmektedir. Kentlerle gelişen toplum, aslında uygarlık aşamalarından birini ifade etmektedir. Birbirlerine eş değer olarak ortaya çıkan, gelişen kent ve uygarlık; siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel anlamdaki bu simbiyotik bağın bir ürünü olarak tezahür etmektedir. Bu ikili gelişim sürecinde, kent ve demokrasinin birbiriyle olan ilişkisine eğilen yazar; kent, medeniyet ve demokrasi olgularının Neolitik ve Sanayi Devrimi gibi iki büyük devrimin ürünleri olduğunu savunurken siyasi devrimleri es geçmeden lakin bu iki büyük devrim etrafında bir çerçeve çizmiştir. Keza Neolitik Devrim ile siyasi yapıların toprağa dayalı ekonomi-politiği, sınırları genişletme gereksinimini temel alan düşünceleri geliştirmiştir. Sanayi Devrimi ise, büyük topraklar sahibi olma ihtiyacını hammadde toplamak amacıyla sömürgecilik veya makineleşme, milli pazar, merkeziyetçiliği ve halk egemenliği düşüncesini ulus-devlet modellerine dönüştüren ideolojilerin temellerini atmıştır. Kent yapılanmaları, kültür ve uygarlığın temellerini atan, demokrasinin de filizlenmesine sebep olan bir toprak görevi gütmüştür. Eski Yunan kent-devletlerindeki kısmi demokrasi, gelişip ilerlerken günümüz demokrasi kimliğine kentlerin gelişimiyle kavuşmuştur. Ayrıca kentler, yeniliği dinamize ederken bilim ve teknolojiyi birbirini takip etmiş ve önemli pek çok değişim gün yüzüne çıkmıştır. Bilim ve teknoloji, sürekli olarak insanlığın hizmetinde dünyayı dönüştürmek için kullanılmıştır. İnsanlığın tabiat ile mücadelesinde yol kat edebilmek adına bir motto olan bilim ve teknoloji, insan merkezli yaklaşımın ana metası konumuna gelmiştir.


Özellikle makineleşme çağında kentler sosyo-ekonomik gelişimin bir parçası sayılmıştır. İnsanlar, bazen özgürlük ve demokrasi için bazen ekonomik, siyasal, sosyal şartlar bakımından hareketsiz kaldıklarında bir çözüm yolu üretmiş ancak çözüm yollarını kendisi adına tekrar tıkamıştır. Kentler, uygarlık ve demokrasi adına ve insanlığın tarihi gelişimi bakımından büyük önem arz ederken gelişen kentler, inşa edilen uygarlık ve demokrasi; büyük savaş ve yıkımların, çevresel harapların, toplu ölümlerin önüne geçememiştir. Hatta tam tersi bir döngüde kentler en büyük problemlerin temel kaynağı olmuşlardır. Bu bağlamda elde edilen acı tecrübeler ışığında kentler, geliştirilerek gelecek olan nesillere, daha büyük medeniyetler inşa edilmesi için ilerlemeci bir yaklaşımla miras bırakılmalıdır. Depremler ülkesi olan Türkiye’nin de, bu çıkarıma dahil olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Aksi halde, bu düzlemdeki kendi uygarlık ve demokrasi anlayışımız ileride kendi yaşam sahasını, yok olma tehlikesinden kurtaramayacaktır. Kısaca yaşanılan coğrafyanın gelişiminin olmadığı yerde özgür düşünce ortamının varlığı ve demokrasinin devamı da beklenemez.

61 görüntüleme0 yorum

Commentaires


Yazı: Blog2 Post
bottom of page